7 Mart 2015 Cumartesi

Ortak nokta


17. yüzyıl klasisizminde bir eserin klasik sayılabilmesi için evrensel, akılcı, soylu, güzel, görkemli olması gerekir. İşte bu nedenlerledir ki, yeniden doğuşu simgeleyen Rönesans döneminde ortaya çıkan bu sanat akımı yalnız edebiyatla sınır kalmamış resimi, müziği, tiyatroyu, mimarlığı da etkisi altına almış ve çağa damgasını vurmuştur. Şüphesiz resimde klasisizm denilince akla gelen ilk isimlerden biri Leonardo Da Vinci ve ünlü Mona Lisa tablosudur. Tek bir ifadeyle 4 duyguyu –mutluluk, küçümseme, öfke, korku- anlatır. Aradan 4 yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen hala tartışılan bir sanat eseridir. Eline her fırça alanın kendini ressam sandığı, sanat eserinin ne olduğunu bilmeyen, sanata emek vermeyen, zaman ayırmayan, anlamaya uğraşmayan insanların sanatçılığa soyunduğu çağımızda elbette bir Mona Lisa daha çıkmıyor. Resim sanatın ifade araçlarından yalnız biridir. O görülenin, duyulanın renklenmiş halidir. 21. Yüzyılda, teknoloji çağında, insanlar bırakın resim yapmayı daha görmeyi duymayı bilmezken sanatta bir gerileme dönemi yaşanması da kaçınılmazdır elbet. 1668de yazılmış olmasına rağmen hala Moliere’in Cimrisini okuyor, satır aralarında kendimizden bir şeyler buluyorsak, çocukluğumuz La Fontaine’nin fabllarıyla geçtiyse, Şinasi’nin Ahmet Vefik Paşa’nın eserleri hala kitapçılarda varsa, bu adamlar evrensel olmuş, bu eserler ölümsüz olmuştur. Bu da ancak Boileau’nun dediği gibi aklı kullanarak olur. Yapıtlar değerini akıldan alır. Düşünmekten, sorgulamaktan, görmekten, duymaktan, hissetmekten alır. Biz şimdi üç maymunu oynarken Leonardo Da Vinci misali nasıl görebiliriz bir kadının gülümsemesindeki dört farklı duyguyu? Ya da ne denli hissedebiliriz rüzgârı üzerine şiirler yazacak kadar? Akıl kullanılmazsa körelir, omuzlarımıza ağırlık yapmaktan başka bir işlevi kalmaz. Ve omuzların üzerinde yalnız ağırlık yapan bir şeyden ne sanat eseri çıkar ne de bir özgün fikir. 
18. yüzyıla gelindiğinde klasisizme tepki olarak romantizm ortaya çıkar. 20.yüzyıla kadar oluşan akımlar hep bir öncekine tepki olarak doğmuştur. Akımlar birbirine zıt olsalar bile bir uyum içindedirler. Bir akımın ayrı bir kutbu olan başka bir tanesini ortaya koyabilmek için öncekini tüm hatlarıyla özümsemek, en ince ayrıntısına kadar bilmek gerekir. Bilgi gerekir, birikim gerekir ve tabi ki sorgulama gerekir. “Klasikler sanatı mükemmellik, evrensellik, insan tabiatı, görkemlilik üzerine kurmuşlar ama bu ne kadar doğru?” diye düşünmek gerekir. “Daha iyisi, daha doğrusu olamaz mı?” diye düşünmek gerekir. Günümüz insanında eksik olan en temel şey de budur aslında. Sanatla ilgili tüm sorunların altında bu yatar. Hazıra konmaya alışmışız biz. Kolaya kaçmaya, işleri kısa yoldan halletmeye. 
1789 Fransız İhtilalinden, hayatın her alanı gibi sanat da etkilenir. Ve romantizmde bu etkiler açıkça gözlemlenmektedir.  Romantizm akımının öncülerinden olan JJ Rousseau sanatın toplum üzerindeki etkilerinin en somut örneklerindendir.  Özgürlük, insan hakları, adalet kavramlarını edebiyat aracılığıyla halkın gündemine sokarak Fransız İhtilalinin temellerinin oluşturmuştur. O dönemde insanlar dinlerler. Sorunlara kulaklarını kapatmazlar. Sanatın düşündürmesine izin verirler. Şimdi ki gibi tiyatroyu yalnız gülme aracı olarak değil aynı zamanda ufuklarını genişleten bir alan olarak görürler. Bir romanın hayatlarını değiştirmesine, her okunan şiirde yeni kapılar açılmasına izin verirler.  Romantik sanatçılar özgürlüğü doğada aramış, kelimelerin gücünü çınarların gövdesinde bulmuşlardır. Para daha o zamanlarda tek güç haline gelmeye başlamıştır ki şimdilerde bunu oldukça iyi başarmış bulunuyor. Bu durum o dönem sanatçılarını kaliteli ve kalıcı eserler vermekten alıkoymamıştır ama ne yazık ki bu günler için aynısı söylemek oldukça zor. Kitapçıların ve ya müzik mağazalarının en çok satanlar listesine bakıldığında durum çok daha net anlaşılacaktır. Sanata karşı iyice körleşen toplum popüler kültüre hitap etmeyen hiçbir esere ilgi duymuyor, dolayısıyla yayınevleri popüler kültüre hitap etmeyen kitapları basmıyor ve nihai sonuç olarak da yazarlar popüler kültüre hitap etmeyen kitaplar yazmıyor. 
Romantizm yazın alanında olduğu kadar müzik ve resim alanında da bir devrim niteliğindedir. Delacroix’nın Halka Yol Gösteren Özgürlük tablosu Fransız İhtilalinin simgesi haline gelmiştir. Delacroix modern sanata geçişte öncü sayılır. Delacroix’nın Halka Yol Gösteren Özgürlük tablosunda Victor Hugo’nun Sefiller kitabındaki Gavroche karakterinden esinlenerek yarattığı fakir çocuk figürü o dönemde sanat dallarının iç içeliğinin bariz bir göstergesidir. Delacroixdan sonra şiir okumadan şiir yazmaya çalışan halkımıza baktığımızda acı bir gülümsemeden başka yapacak bir şey yoktur sanırım. Beethoven’nın geç dönem eserleri ve Maria Von Weber romantizmin müzik alanındaki etkisinin en çarpıcı örneklerdendir. Fransız İhtilaliyle birlikte orkestralar şatolardan çıkmış ve orta sınıfın da dinletisine sunulmuştur. Bu şekilde halk müzikle tanışmış, sanatın yalnız okudukları kitaplar, gördükleri yapılardan ibaret olmadığını anlamış, hayatın ritmini duymaya başlamıştır. Orkestralar halka inmeseydi belki de orta sınıf Weber’in ünlü Freischütz Operasını asla dinleyemeyecekti. Peki bizim bahanemiz ne? Devlet Opera ve Balesinde ortalama 20 liraya bir operayı izleyebiliyorken bunun yerine evde oturup bilgisayar başında saatlerimizi öldürmemizin bahanesi ne? Ali Seçkiner Alıcı hocamın da dediği gibi “Müzik cümlelerin bestelenmiş halidir.” Yani müzik aslında hayatın kendisidir. Resim nasıl görülenin duyulanın renklenmiş haliyse müzik de hayatın ezgilenmiş halidir. O zaman kendimizi gerçek sanattan soyutlayarak aslında hayattan, hayatın gerçeklerinden mi kaçmış oluyoruz? Yeni dünya düzeninin aslı olmayan değerleri – Para, kariyer, lüks evler, arabalar, kıyafetler- hayatımızın merkezine koymasına izin veriyoruz. Ve bize bunların sahte olduğunu hatırlatan her şeye de kulak kapatıyoruz. Bu yüzden ana fikri bile olmayan romanları alıyor, üç kelimeden oluşan şarkıları dinliyor, yalnız küfürle güldüren filmleri izliyoruz. Bırakın mimarinin güzelliğinin farkında varmayı sokakta yürürken önümüze bile bakmıyoruz. Kaçımız Yüksel Caddesindeki İnsan Hakları Anıtının farkındayız, kaçımız gördük, merak ettik, araştırdık? 
Romantizm akımının bize hediyesi olan adları saymakla bitmeyecek yüzlerce sanatçı var: Goethe, Lamartine, Puşkin, Shakespeare, François Rude, William Blake, Etienne Louis Boullée, Ahmet Mithat, Namık Kemal ve daha niceleri.
 Romantizmi neoklasizm ve barok takip eder. Barok mimarlık, resim, müzik ve heykeli etkileyici temalar altında birleştirmeyi hedefler. Düşünüldüğünde oldukça mantıklı bir yaklaşımdır. Sonuçta sanat bir bütündür. Sanat dalları birbirinden bağımsız düşünülemez. Hepsinin temelinde yaşam vardır (Etkisinde bulunulan akıma göre bakış açısı değişse de) sadece aktarım araçları farklıdır. Şimdilerde müzik dinlemeyen şairler, hayatlarında bir kere bile resim sergisine gitmemiş müzisyenler türemiştir. Ancak ortaya çıkan eserlerin hali ortadadır. Barok döneminin resimlerinde mimari çizimlere yer verilmiş olması iki sanat dalının iç içeliğinin ve uyumunun göz ardı edilemez kanıtıdır. Aradan geçen zamana rağmen Yngwie J. Malmsteen’in hala barok tarzında müzik yapıyor olması ise akımın evrenselliğini anlatmaya yeterlidir.  Neoklasizm o dönemki akımlar gibi bir tepki sonucu doğmuştur. İçerik olarak klasizm, romantizm ve barok dönemden farklı olsa da etki alanı aynıdır. Sanatın her dalını etkilemiş, bir bütün oluşturmuştur. Mimari ve resim alanında büyük devinimlere yol yapmıştır. Jacque Louis David ve Palladio akımın açtığı yoldan başarıyla ilerlemişler ve ortaya olağan üstü eserler çıkartmışlardır. 
20. Yüzyıla gelindiğinde akımların etki alanları, kapsamları ve oluşumlarında ciddi değişimler olmuştur. O zamana kadar sanat akımları birer okula dönüşmüş, dönem olarak anılmış ve her alana nüfuz etmiştir. Ancak 20.yüzyılda akımlar okullaşamadıkları gibi çok dar çevrede sıkışmışlardır. Fovizm ve Kübizm yalnız resimde, Fütürizm şiirde, Epik akım tiyatroda sınırlı kalmıştır.  Önceleri yüzyılda bir oluşan akımlar daha sık, daha kolay ama daha dar kapsamlı oluşmaya başlamıştır. Aziz Nesin 1977 yılında Mimar Sinan Üniversitesinde yaptığı konuşmasında bu durumu dile getirmiştir. Ve bunun nedenleri olarak devletin sanatçıyı korumaması, endüstrileşme sonucu sanatçıların kendilerini dar çevrelere sınırlamaları, sanatçıların diğer sanat dallarından kopukluğu ve gelişen teknolojiyi göstermiştir. 
Aziz Nesin 1977 yılında o konuşmayı yaptığından beri ne değişti? 
Devlet hala sanatçısını korumuyor. Daha doğrusu bütün sanatçılarını korumuyor. Ona muhalefet yazı yazanları, dediklerini onaylamayan müzisyenleri, karşıt görüşlü ressamları elinin tersiyle itiyor. Önce Devlet Tiyatrolarını kapatmaya kalkıyor, yapamayınca üzerlerinde baskı oluşturuyor, özellerin ödeneklerini kesiyor. 70li yıllarda - Ta o zamanda – Avusturya’da hükümete aykırılığı düşünülmeden bütün sanatçılar destekleniyordu. Ve hükümet şunu söylüyordu: “Biz yazarlarımıza bizi eleştirsinler diye yardım ediyoruz.” Bizdeki durum ise tam tersi, sanatçılar hükümeti eleştiremesin, hatalar, hileler, yolsuzluklar, kandırmacalar gün yüzüne çıkmasın diye sanatçı susturulmaya çalışılıyor. 
Her gün biraz daha gelişen teknoloji, bu doğrultuda değişen alışkanlıklar hayatın biraz daha tüketim odaklı olmasını sağlıyor ve bu durum hükümetin sanatçı üzerindeki baskılarına tuz biber olmuş oluyor. “Sanatı anlamak, sevmek bir alışkanlığın sonucudur.” diyor Aziz Nesin. Ve bu alışkanlığın oluşması için de zaman ayırmak, emek harcamak gerekiyor. Oysa 21. Yüzyıl insanı zamanını alışverişe, televizyona, tabletlere, akıllı telefonlara ayırıyor. Sanata şans tanımıyor. Hafta sonlarını AVMlerde geçiren, gökyüzünün mavisi görmeyen, baharın kokusunu bilmeyen bir toplum sanattan ne kadar ne anlayabilir ki? Her bir romanda o karakterle yeni dünyalara dalmayı, her bir şiirle bambaşka duygular hissetmeyi, her bir oyunda insanın farklı yönlerini görmeyi bilmeyen bir toplum tabi ki kalıcı, vurucu, kapsamlı bir akım yaratamaz. Akıma gelene kadar sanat yaratamaz. Tüketim düzeninin yarattığı popüler kültür bataklığına saplanır kalır. 

ŞİMDİ...  

Gri binalarla, AVM'lerle, kocaman iş merkezleriyle dolu kentlere hapsedildiğimiz bir dönemde yaşıyoruz. Adım başı inşaat görmeye, her ay yeni bir yol açılmasına, o yolların yıl içinde defalarca asfaltlanmasına, kırık dökük kaldırımlara alışmışız. AVM'lerle dolu kentlerde yaşamamızın yanında hafta sonlarımızı buralarda geçirir olmuşuz. Bir ağacın gölgesinin huzurunu unutmuşuz. Kuşların sesini unutmuşuz. Hafta sonları gidilen piknikleri unutmuşuz. Açık hava sinemalarını, tiyatroları, operaları, baleleri, sahafları, sergileri unutmuşuz. Griden başka renkler olduğunu unutmuşuz.  Her şey tüketmek olmuş. Yaşamak tüketmek olmuş. Üretmeyi unutmuşuz, düşünmeyi unutmuşuz. Ağaçların, nefes alan bize nefes aldıran ağaçların, bir topçu kışlasından, bir AVM'den, bir otoyoldan, bir başkanlık sarayından daha önemli olamadığı bir dönemde yaşıyoruz. Yeşilin yalnız dolarda kıymetli olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Sanatın hiçbir alanının ayakta durdurulmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Kültürümüze sahip çıkmamıza izin verilmediği, tarihimizin her alanının bir bir elimizden alınmaya çalışıldığı bir dönemde yaşıyoruz. İstiklal Caddesi’nde tarihi İnci Pastanesi’nin boşaltılmasıyla başlayıp Emek Sineması’nın yıkılması ile devam etmek isteyen bir dönem bu. İş Merkezi için İrfan Şahinbaş Sahnesi arazisindeki ağaçların kesildiği bir dönem. Bizim tüketmediğimiz enerjiler için doğayı katlederek HES yapmak isteyen, nükleer santral yapmak isteyen bir dönem. Zamanında köy enstitülerini kapatan zihniyetin devamı bu. Şimdilerde devlet tiyatrolarını, opera ve baleyi kapatmayı istemeleri de şaşırtıcı bir durum değil. Mücadele edecek beyinlerden korkuyorlar çünkü. Ve mücadele edecek beyinlerin oluşmasını da sağlı sollu engelleme girişimindeler. Beton kentlerde yaşayan beton kafalar istiyorlar. 

  Şehir insanı gün geçtikçe doğadan biraz daha yabancılaşıyor. Rant uğruna yapılan talanlara, sömürülere karşı körleşiyor. Oysa bu dünya bizim. Tüm canlıların. Ağaçların, hayvanların, insanların yani doğanın. Ve bu dünyaya sahip çıkmak, onu özgürleştirmek bizim görevimiz. Karşımızdakiler çok güçlü olabilir, bu sömürü sistemi tüm dünyayı sarmış olabilir ama bu durum umutsuzluk doğurmamalı. Sesimizi duyurabiliriz. Derdimizi anlatabiliriz. Güçlenerek ilerleyebiliriz. “Türcülüğün olmadığı bir dünya istiyoruz.” diyebiliriz. Çünkü farklı bir dünya mümkün. Çünkü dünyayı değiştirmek mümkün. Sanat gibi, sokaklar-alanlar gibi, kelimeler gibi güçlü silahlarımız var. Çünkü Edirne’de parkın imara açılmasını önlemek için kepçelerin önüne oturan Kıymet Teyze'miz var. Çünkü apolitik, bencil, duyarsız diye eleştirilen ama Gezi direnişiyle bizi şaşırtan bir nesil var. Mücadele gücünü uzaklarda aramamıza gerek yok, içimizde aslında o. Tüm özel alanlarımıza tecavüz edilen bir dönemden bahsediyoruz. İnternet sansürlerinden bahsediyoruz. Kaç çocuk yapacağımızdan, bu çocuğu doğurup doğuramayacağımıza kadar müdahale edildiği bir dönemden bahsediyoruz. Bunlara susmak değil çözüm. Komplike çözümler aramaya da gerek yok. Örneğin, W. Shakespeare tiyatro için “İnsanı, insana, insanca anlatma sanatı.” demiş. Bizde tiyatro aracılığıyla derdimizi neden anlatamayalım? Neden “Bu dünya bizim.” demeyelim? Özünde sanat toplum için değil midir zaten? Ya da  Eugene Delacroix’nın Halka Yol Gösteren Özgürlük tablosuyla Fransız Devrimi’ni sonraki kuşaklara aktarması. Kelimelerin yetersiz kaldığı anlarda, sanatın diğer dalları devreye girmez mi? Sanatın çıkışı da bu değil midir? Açıkçası ben sanatın yalnız göz zevkimiz için var olduğuna inanmıyorum. Bundan daha öte, daha derin bir amacı olmalı. Kelimeler her insan için dost değildir, düşüncelerini kelimelere akıtamaz. Böyle zamanlarda devreye resim, heykel, tiyatro, sinema, dans, müzik girer işte. Biz Salvador Dali’nin Belleğin Azmi tablosunun anlamı üzerine 3 saat fikir yürütebiliyorsak, o tablo yalnız gözümüz gönlümüz açılsın diye yapılmamıştır. Sanatın bu kadar etkileyici bir gücü, bu kadar uçsuz bucaksız bir alanı varken mücadelemizi neden sanatla da yürütemeyelim? Sanatın toplumdan koparılmaya çalışıldığı, toplumun ‘gerçek’ sorunlarını konu almasının engellenmeye çalışıldığı ve üstü kapalı da olsa sanat yalnız burjuvaziye hitap etmeli algısının yerleştirilmeye çalışıldığı bir dönemde sanata daha çok sarılmalıyız. Kasım(Noviembre) filminde Alfredo’nun sokak tiyatrosuyla amacı da aynen buydu. “Tiyatro diyorum. Çünkü insancıl bir iletişim ve birbirimizi anlamamızı sağlayacak eşsiz bir yol. İşte bunun için tiyatro!” diyor Alfredo filmde. Anlatmaya çalıştığım şeyi çok güzel özetliyor bu replik. John Lennon, 'Imagine' şarkısıyla ihtiyacımız olan umudu veriyor bize. Farklı bir dünyanın mümkün olduğunu söylüyor. Dünyayla, yaşamla ilgili bakış açımızı değiştirdikten sonra yapılabilecek yüzlerce şey var. Mesela, Gezi direnişi döneminde Güvenpark’ta kadına şiddeti anlatan bir sokak tiyatrosu yapılmıştı. Oradan geçen insanlar bile durup izlediler ve eminim ki o düşüncenin tohumları atıldı kafalarına. Bir alanın ucundan tutabiliriz, tutmalıyız. Hemen bugün. Çünkü artık susma zamanı değil. Artık harekete geçme zamanı. Dünyamız için mücadele etme zamanı!



                      Deniz Akdeniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder