6 Mart 2015 Cuma

3 kuruşluk 5 para

Ümit Aydoğdu ile oyunu Beş Para Etmez Varyete'den konuşurken söz sözü aştı. Öğrendik, düşündük, paylaştık; iyi de oldu.

- Bize bu oyunun oluşum hikâyesini biraz anlatabilir misiniz? Neden Brecht’ in oyunlarını uyarlamayı seçtiniz?

  Oyunun uyarlanması öyküsü 2005-2006 yıllarına kadar geri gidiyor.2005 yılında benim şu anda da çalıştığım Tiyatro Anadolu’da bu oyunu sahnelemek üzere bir çalışma yapmaya başladım, bunun için de 3 Kuruşluk Opera eserini aldım. Bu oyunu sahneleyelim diye düşünüyorduk, konuşuyorduk tiyatroda kendi aramızda. Fakat oyunda bazı handikaplar vardı. Türkiye’ de çok oynanan, bilinen bir oyun olmasına rağmen seyircinin yine de oyuna mesafeli kaldığı, anlamakta zorlandığı bazı yanları var. Oyunda İngiliz kültüründen bir sürü öğe geçiyor, oyunun geçtiği yer İngiltere’de Soho bölgesi. Bu bölgeyi tanımlarsak, bizim İstanbul’daki varoş kesimi karşılayabilecek, daha karanlık işlerin döndüğü bir yer olarak tanımlayabiliriz. Ama bu her seyircinin bilgi dağarcığında olan bir şey değil. Mesela oyunda
bütün bu olaylar kraliçenin taç giyme töreni sırasında gerçekleşiyor.  Kraliçenin taç giyme töreninin İngiliz kültüründe ne ifade ettiği ile bizim ülkemizde nasıl bir karşılığı olacak noktasında da açık noktalar var. Bunun gibi kültürel olarak bize uzak birçok yan var. Bir de Brecht’ in kendi sözü var o da şu: Bir soru soruyor kendi tiyatrosuyla ilgili: Epik tiyatro her yerde yapılabilir mi, uygulanabilir mi? diye soruyor. Sonra belli şartlar ortaya koyuyor.  Epik tiyatro benim yaptığım gibi her yerde uygulanamaz bunun için; bir, epik tiyatronun yapılacağı toplumun belli bir sanatsal ve kültürel aşamayı geçmiş olması gerekiyor diyor. Türkiye bu açıdan sınıfta kalıyor. Zaten hem Rönesansı yaşamamış,  aydınlanma çağını derinlemesine yaşamamış bir toplum olarak hem de epik tiyatronun ele aldığı konularda toplumsal olayları toplumsal aksaklıkları toplumsal açıkları bozuklukları suratına vurulmasına açık bir toplum olması gerekiyor diyor. Bu açıdan bunu Türkiye de yapabiliriz diye düşünüyoruz. Çünkü taşlamayı seven bir toplumuz,  aynı zamanda mizahı da bu anlamda kullanmayı seven bir toplumuz.  Brecht’in oyunlarında da böyle taşlamaya dayalı mizahı bir yan var ve eğlendiricilik öğesi çok yüksektir.  Brecht’ te aslında bu bir unsur; bir diğer unsur da, asıl bence önemli olan unsur, Brecht oyunlarının yazıldığı zamanda epik tiyatronun da hedeflediği bir şey bu;  seyircinin alışkanlıklarının kırıp günlük hayatta yasadığı olaylara başka bir gözle bakabilmesinin sağlayacak bir etki yaratacak tiyatro biçimiydi.  Bunun için yabancılaştırma etmenini kullanıyordu ve insanların oyunu izlerken gördüğü olaylarla günlük yaşantının karşılaştığı olaylara yabancılaşıp başka bir gözle bakmasını sağlıyordu. Şu soruyu soruyor: Çağımızın eğlencesi nedir?  Buna verdiği cevap da: İnsanların günlük hayatta yaşadığı şeylerin değişebilir, değiştirilebilir, günlük hayata etki edebilir olduğu. Yani günlük hayata etki edebileceğini görmesi eğlendiricilik yaratır diyor. İşte bu söylediğim olayların etki edilebilir, değiştirilebilir, hiçbir şeyin kader olmadığı düşüncesini seyirciye yansıtmak için Brecht bu tiyatro türünü, bu oyun biçimini oluşturdu. Ama aradan geçen yıllar 1930’lardan 1940’lardan bu zamana geçen zaman Brecht’i çok popüler bir hale getirdi. Brecht bizim için artık aykırı yenilikçi bir tiyatro adamı olmasının dışında tiyatro tarihinin önemli köse taşlarından, klasiklerinden biri haline geldi. Böyle bir tiyatrocunun klasikleşmesi, bir başyapıt niteliği kazanması da epik tiyatronun hedeflerine en büyük ihanetten bir tanesidir aslında. Çünkü Brecht’in eleştirdiği sistemin toplumsal olayların en önemli silahlarından bir tanesi aykırı olanları absörbe edip, içine alıp evcilleştirip zararsız bir hale getirmek. Bu da Brecht’in oyunlarından en çok ‘Üç Kuruşluk Opera’ya yapılmış bir şey. ‘Üç Kuruşluk Opera’ ilk Amerika’da temsilini yaptı, çok popüler oldu. Ondan sonra dünyanın her tarafında oynanmaya başlandı ve çok popüler bir tiyatro eseri olarak oynanma başlandı. ‘Üç Kuruşluk Opera’ müzikleri Kurt Weil’in konserlerinde çalınmaya başlandı. Frank Sinatra konserinde Mackie Messer’in şarkısını söyleme başladı. Louis Armstrong konserlerinde çalmaya başladı bu müzikleri,  birden bire çok rahat tüketilebilen bir meta haline getirildi. Dolayısıyla seyirciler de bu oyunu izlemeye geldiklerinde, bu müzikler duyduklarında, Brecht’ in hedeflediği yabancılaştırma etmeni yerine daha popüler bir etkiyle dinlemeye başladılar. Hatta bazı seyirciler sadece bu müzikleri dinlemek için oyuna gelmeye başladı. Dolayısıyla bu oyun epik tiyatronun hedeflediği unsurlar açısından etkisini yitirmeye başladı. Bu konuda ne yapılabilir diye düşündüm, bunun yollarından bir tanesi Brecht’ in hedeflediği ana unsurları göz ardı etmeden bu oyuna ait popülerleşen unsurları yeniden oluşturmak. Bunu da bizim  seyircimizin algısına yakın daha rahat anlayacağı bir biçime dönüştürmek; Uyarlamaya bu düşünceyle başladım ve oyunun yüzde 95 den fazlasını değiştirerek müzikleri, şarkı sözlerinin tamamını da değiştirerek, hatta bazı müzikleri kullanmayarak oyunu yeniden oluşturduk. Ama Brecht’in ön gördüğü ana olay çizgisine kurgusuna dokunmadık. Böyle olunca ortaya yeni bir oyun çıktı ama aynı zaman da bu ‘Üç Kuruşluk Opera’nın Türkçe söylenmiş bir versiyonu gibi düşünülebilir.  Nasıl Can Yücel, Shaekspeare’in  ‘Bir yaz Dönümü Gecesi Rüyası’nı ‘Bahar Noktası’ diye Türkçeye kazandırdıysa ve bunun adına çeviri demiyorsak biz; o bir çeviri değil artık yeniden  Türkçe söyleyiş biçimi diyorsak bu da biraz böyle bir nitelik taşıyor. Uyarlama ama oyunun bize özgü söyleyiş biçimi bize özgü bir anlatım biçimi. Bunun sahnelemesinde de bize özgü bir anlatış biçimi var, sahnelemeye baktığınızda da şeyi görürsünüz bizim geleneksel tiyatromuzdaki oyunsu mantığa çok yakın sahneleme biçimi, oynayış biçimi, oyunculuk biçimi. Dekora ihtiyaç duymaz, kostüme çok ihtiyaç duymaz, aksesuara süslü ışılara suna buna ihtiyaç duymaz. İhtiyaç duyduğu şey güçlü bir 'ensemble', güçlü bir toplu oyunculuk enerjisi, bunu yarattığın sürece de her yerde sokağın ortasında da oynayabilirsin.

-Oyunun karakterleri arasında gerçek hayattan esinlendiğiniz insanlar var mı?

Var. Aslında hepsi gerçek hayattan çok doğrudan izler taşıyan karakterler bunlar. Çünkü Brecht’in oyunlarında bu karakterler oluşturulurken toplumsal analizini yapmak için o durumdaki kişileri ele almıştır. Mesela Hortum Süleyman gerçek bir kişi, gerçek bir kişi derken oyunumuzdaki kişi değil ama o isimden esinlenmem uyarlamayı yaparken emniyet müdürüne Hortum Süleyman dememin sebebi  bir zamanlar İstanbul Beyoğlu’nda öyle bir emniyet müdürü vardı, lakabı Hortum Süleyman’dı.  Çünkü Beyoğlu’nda gözaltına aldığı eşcinselleri, dilencileri, hırsızları ya da potansiyel suçlu gördüğü kişileri hortumla dövüyordu. Bunların görüntüleri de çıkmıştı gazetelere,  ciddi şiddet uyguluyordu. O yüzden ona hortum Süleyman diyorlardı. Biraz ürkütücü bir karakterdi,  gerçek bir karakterdi. Ben de o ismi burada oyunda kullandım. Onun dışında doğrudan bir isim kullanmadım. Mesela Piç Ümit orijinal ‘Üç Kuruşluk Opera’da Peachum’ dur adı, ben o sesteşlik benzerlik açısından Piç Ümit’i kullandım. Bizim oyunumuzdaki Zeki Şeker Mackie Messel, hem bir ses benzerliği olsun hem de bizde karşılığı olsun. Zeki Şeker aynı zamanda isim olarak da hırsızların başında kafası çok iyi çalışan kurt gibi hani derler ya kafasından kırk tilki döner kuyruğu birbirine değmez öyle bir adam zeki, bir de kadınları tatlı dille bağlayıp kandıran biri olarak Şeker gibi tarif ediliyor ama lakabı da Ustura Zeki tehlikeli biri. Piç Ümit de öyle hem orjınal isimle benzerlik kurayım dedim hem de piç ümit dilencileri haraca bağlayarak onları dilendiriyor, dilenerek para kazanma umudu taşıyan yoksulların umutlarını, duygularını sömürüyor ve insanların duygularını da sömürerek para toplamaya çalışıyor ümitleri piç eden kişi anlamında. Semiramis Türk filmlerinde çok kullanılan bir isimdir o da aklı bir karış havada aşk, çiçek böcek peşinde koşan biridir aynı zamanda da Semiramis Türk filmlerinde kötü kadın karakterlerinin ismi olur genelde. Oyunun sonunda da Semiramis’in değişimini görüyoruz öyle bir kadına dönüşüyor yavaş yavaş. Saadet’ de parayla saadete inanan biri olduğu için Saadet. Böyle düşündüğünüz zaman isimlerin gerçeklikle çok bağlantıları var ama bunların hepsi aynı zamanda analojik anlamsal olarak da bir ikincil şey taşıyor. Tabi bunlar seyirciyi çok ilgilendiren şeyler değil, bunlar hani oyun kurulurken yazılırken düşündüğüm şeyler ama bunları oyuncularla paylaştığımda zaman zaman onlara farklı ufuklar açıyor. O rollere nasıl yaklaşacağını ya da o ismi duya duya o isimle karakteri oynarken birleştirerek ortaya fikirler çıkıyor, burada da bir sürü öyle fikirler geldi oyunculardan.


-Bir Akademisyen olarak konservatuarlarda verilen eğitimi nasıl buluyorsunuz?

Yaklaşık 20 yıldır eğitmenlik yapıyorum, üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışıyorum. Yüksek lisans ve doktora yaptım, bu alanda öğrenci olarak da uzun yıllar yer aldım. Ne yazık ki söyleyebileceğim en önemli şey çok tek boyutlu bir eğitim veriyoruz ve eski bir eğitim veriyoruz. Konservatuar Türkiye’de ilk kurulduğu zamanki eğitim modelinden çok sapmadan yeni yöntemleri denemeden, biraz böyle bu bir yöntem elimizde var aman bunu kaybetmeyelim başka bir şey ararsak boşluğa düşeriz, korkusuyla yeni eğitim modelleri denemiyoruz. Bu da hani Türkiye'deki genel akademik sitemden kaynaklı bir şey. Biraz tutucu biraz yeniliğe kapılı bir akademik sisteme sahibiz maalesef.  Böyle olunca da yeni denemeler yapmak isteyen eğitmenler için alan çok sınırlı ve engellerle dolu.  Ama öğrencilerin çok daha bu konuda kaygılar taşıdığını arayışlar içersinde olduğunu görüyorum. Onlar beklentileri yüksek belki hocaları onlar ateşliyorlar daha yeni şeyler araştırmak üzere. Arada güzel şeyler çıkmıyor değil, çıkıyor. İyi hocalar, iyi sınıflar, iyi modeller gelişiyor zaman zaman ama bunlar maalesef ne uzun soluklu oluyor ne de bir sistem haline oturup genelleşiyor. Bence en büyük eksiklik bu. Onun dışında söyle bir gerçeklikte var tabi; bir sürü konservatuar, bir sürü tiyatro okulu var ama o kadar tiyatro, o kadar çok çalışma alanı yok Türkiye’de. Dolayısıyla bu kadar çok oyuncu yetiştirip dışarı salıp onları herhangi iş kolunda nasıl çalışacakları konusunda bir alan yaratmadan eğitmek de çok anlamlı değil. Öğrencinin hedefini ve ne için çalışacağını belirlemeden aldığı eğitimin de havada kalacağını düşünüyorum.

Sizin için direniş ve tiyatro kelimeleri yanyana ne ifade ediyor?

Tiyatro özü itibariyle konularını hep çatışmalar üzerinden alır. Yani çatışmanın olmadığı yerde sağlam bir tiyatro eseri gerçekleşemez, olamaz! Direnişlerde belli çatışmalar üzerinden doğan şeylerdir. Yani insanların, kendilerini baskı altında tutan, kendi yaşamlarını tehdit eden, üzerlerinde hissettikleri kimi baskıları, kimi tehditleri bertaraf etmek üzere ayağa kalkışını temsil ediyor direniş denilen şey-bu aktif direniş de olabilir, pasif direniş için de aynı şey söylenebilir. Dolayısıyla tiyatro hiçbir zaman bunu gözardı etmemeli, edemez. Tiyatroyu politik olan-olmayan gibi alanlara da ayırmak çok doğru değil bence. Çünkü tiyatroda anlatılan herşeyin, toplumsal konuları da ele alsa, ailevi konuları da ele alsa mutlaka içinde bulunduğumuz durumun siyasi yanıyla ilgili bir yansıması vardır, olacaktır. Bundan kaçınamayız. Dolayısıyla tiyatroyla direniş yanyana gelemeyecek kavramlar değil. Ama bence tiyatro sanatı Türkiye’de kimi ülkelerde gördüğümüz kadar büyük, vazgeçilmez bir ihtiyaç olmadığı için; hergün günlük yaşantıda karşılaştığımız ve içinden çıkamadığımız sıkıntılara karşı duyduğumuz başkaldırı isteğiyle çok yanyana gitmiyor, hiçbir sanat kolunda olduğu gibi ya da eğitim alanında olduğu gibi ya da basın ya da herhangi bir iş kolu. Bizim hayatımız Türkiye’de o kadar birbirinden kopuk ki; bir işimiz var, bir ailemiz var ve bir de içerisinde yaşadığımız toplum hakkında yaşadığımız rahatsızlıklar var, bunları hiç bir arada bütünleyemiyoruz. Bunu bütünleyemediğimiz zaman da, örgütlenme denen şeyi yapamıyoruz. Örgütlenmeden de toplumdaki hiçbir problem çözülmez. Yani önce örgütlü olması lazım toplumun problemlerini çözebilmesi için. Ama bizdeki direniş… En şaşırtıcı örneği de bu yaz yaşadığımız şeydi Türkiye’de, Türkiye’de daha önce karşılaşmadığım ve daha önce de bir yerde okumadığım, görmediğim müthiş bir direniş anlayışıyla karşılaştım. Türk toplumu için hafızası zayıf, vurdumduymaz, hiçbir zaman ayağa kalkmaz, koyun gibi bir toplum tanımlaması yapılırdı hep ama gördük ki öyle değil. Özellikle gördük ki yeni genç kuşak böyle değil. Yani sadece bu Türkiye için geçerli değil, bütün dünyanın gözünü çevirip şaşkınlıkla izlediği ve her fırsatta biliyorsunuz yani; Türkleri belli şeylerle tanımlarlar: Ya çok sigara içen insan Türktür derler, ya yırtıcı, saldırgan kavgacı insan türktür derler ama geçen yaz bütün gazetelerin manşetleri dünyada Türklerin iki ağaç için nasıl ayağa kalktıklarını yazıyorlardı. Bunu anlamakta zorlanıyorlardı. Türkler bunu nasıl yapıyor diyorlardı. Tabiki o iki ağaç için değildi ama, Türklerin örgütlü olmadığı halde, böyle hep birlikte ayağa kalkabileceklerini görmeleri bütün dünyayı şaşırttı, açıkcası beni de şaşırttı. Ve öyle bir yaz yaşadığım için de gerçekten de heyecan duydum, mutlu oldum. Unutulmaz bir tarih olacak o Türkiye açısından. Umarım bunun devamı gelir, bu toplumdaki insanlar gençleri gibi her zaman bu duyarlılığı sürdürür ve zamanla bunun hem aile yaşantılarıyla, hem aile yaşantılarıyla, hem de sanatsal yaşantılarıyla bağı da kurulur. O zaman örgütlenmeye başlarız işte, o zaman örgütlü bir toplum haline geliriz. Dolayısıyla ben tiyatronun bununla elele gitmesini düşünüyorum ama şu anda öyle olmadığını söylemek zorundayım.
Geçen yaz Türkiye için bir umut ışığı oldu, peki tiyatroda da gençlerden beklentiniz var mı?
Kesinlikle var. Herkes hemfikir, Türk Tiyatrosu’nda bir canlanma var. Geçtiğimiz 15 yıllık bir süre içerisinde Türk Tiyatrosu’nun neredeyse durma noktasına geldiğini görmüştük. Ödenekli tiyatrolar da, özel tiyatrolar da… Bir bir salonlar kapandı, oyunlar durdu, çok köklü tiyatrolar durma noktasına geldi fakat geçtiğimiz 4-5 yıldır bir canlanma hareketi başlıyor ve bu sene son yılların en yüksek noktasında, önümüzdeki sene daha da yükselecek bence, bunu yapan gençler. Şu anda İstanbul’da sadece bir gecede yaklaşık 350-400 tane oyun perde açıyor. Bunun rahatlıkla 250 tanesini, bu genç tiyatrolar yapıyor. Her apartman dairesinde bir tiyatro kurdular nerdeyse, 40-50 kişilik salonlar kurdular. Bunu da kendi aralarında yapıyorlar, herhangi bir destek almadan, birbirlerine destek atarak. Bir tiyatro kuruyorlar, kurulacak yeni bir tiyatro yararına bir oyun oynayıp ona destek yapıyorlar. Seyircinin de ilgisini çekmeye başlıyor bu. Nitelik açısından öyle mi? Nitelik açısından henüz o aşamaya gelmiş değil bu genç tiyatrolar. İçlerinde çok nitelikli eserler de var, ama bu büyük çoğunluğun niteliği böyle değil. Ama bu bence hiç önemli değil. Birkaç yıl sonra nitelik de yükselecek aralarında, belki de 10-15 yıl sonra, bu genç tiyatroların içerisinden çok önemli tiyatro adamları çıkacak-ki şu anda bile çıkıyor yavaş yavaş-ve onlar Türk Tiyatrosu’nun şu andaki eskimiş, köhnemiş halini ayağa kaldıracak. Bence gençler gezi’de yaptıklarını tiyatroda da yapacak yeter ki onlara alan tanınsın, fırsat tanınsın ve yaptıkları şeyler görünsün. Bence en önemli şey; tiyatro yazarlarının, tiyatro eleştirmenlerinin, akademisyenlerin onları görmesi, onların farkında olması, onları gelmezden görmedikleri sürece bence yeni tiyatrolar, genç tiyatrolar çok önemli bir adım atacaklar Türk Tiyatrosu’nda.
 
Sanatta hatta tiyatro özelinde evrensellik sizin için nedir?

Evrensellik anlatım diliyle ilgili birşey bence. Anlatılan şeyler, belli konular dışında yerel motifler taşımak zorunda. Yani benim hissediş biçimim, algılayış biçimim ve duygularımı ifade ediş biçimim ister istemez kendi yaşadığım kültürün coğrafyanın kültürünü, etkilerini taşıyacaktır. Bu yerel hissediş biçimi anlatmak istediğim şeyin çağdaş ve küresel boyutta paylaşıma açılabileceği bir dile evrilmesi gerekiyor. Hissettiğim problemleri, kurtarmak istediğim düşünceleri Amerika’da bir insanın anlayabileceği bir dil oluşturabildiğim zaman sanatın evrensel diliyle konuşmaya başlamış olurum. Ama anlattığım şey yerel olabilir. Dolayısıyla o insanlar da benim yerel problemlerimin evrensel nitelikte anlatım biçimleriyle karşılaştıklarında ortaya ortak bir dil çıkar. Sanatsal, ortak, evrensel bir dil. Bu dil doğrultusunda ayrışımımızı yerel değerlerle evrensel değerler arasında gidip gelen büyük bir kültürel platforma dökebilir sanat, insanlık. Bence en büyük özelliği de budur sanatın. Aksi takdirde, evrensel değerleri sanatın yakalaması için, evrensel bir yazım biçimine, evrensel bir anlatım, hissediş biçimi oluşturması gerekmiyor. Ama anlatım biçimi önemli, aslına bakarsanız bu mikro düzeyde de böyledir yani bir sanat eserinin ne anlattığı önemlidir belki ama daha önemli olan şey nasıl anlattığıdır. Dolayısıyla bir sanat eserinin izleyicisi- bu oyunsa seyircisi, kitapsa okuyucusu, resimse izleyicisi- onun alıcısı zaten bir sanat eseriyle karşı karşıya tesadüfen gelmediyse ki bu tesadüfen karşı karşıya gelmeler bence sanatta çok azdır. İzleyiciler bilinçli olarak eserleri seçerler. Yani burada, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda bir oyun seyretmek için izleyicinin, gelip burda bir oyun izlemesi gerekir dolayısıyla bu bir seçimdir. Ya da bir kitap alıp okumak için birinin gelişigüzel bir kitap alıp seçtiği çok nadirdir. Gider, bakar; ya istediği bir yazarı alır okur. Ya da istediği bir konuda kitap seçer okur. Dolayısıyla zaten o konuyla ilgili bir merakımız, bir aşinalığımız, o konuya bir ilgimiz vardır. Sanat eserlerine, izleyici, okuyucu ya da alıcı olarak yaklaştığımızda. Ama asıl bizi ilgilendiren şey, o sanat eserinin anlatım biçiminin ne olduğudur. Bizi sanata daha çok bağlayan, bizi sanattan keyif almaya yönlendiren şey onun anlatım biçimidir. Dolayısıyla bir oyunda -Brecht oyunu oynuyorsanız eğer Brecht zaten toplumsal açıdan çok kritik noktaları ele alır- o teksti hiçbir şey yapmadan oynasanız bile-yine brecht örneğini verirsek- Brecht zaten toplumsal olarak çok kritik noktaları ele alıyor. O tekste hiç dokunmadan oynasanız bile seyirci sizin yerinize zaten çok kritik, toplumsal meseleleri algılayacak. Ama o brecht oyununu oynayış biçiminiz, o seyircinin bundan sonraki sanata bakış biçimini, sanata yaklaşım biçimini belirleyecektir. İşte anlatım biçiminden kastettiğim de bu, anlatım biçimi ne kadar sanatsal boyutta nitelik açısından gelişirse bir toplumun sanatı da o açıdan evrenselliğe doğru adım atabilir. Aksi takdirde biz evrensel sanat yapacağız diyip istediğimiz kadar Shakespeare’leri alıp oynayalım. Yani o kitapta yazanın aynısını sahneye taşıdığımız sürece bu bir anlam ifade etmeyecektir. Ama biz shakespeare’i alıp kendi anlatım dilimizi zengin bir biçimde oluşturursak iste o zaman shakespeare’in bizim toplumumuz tarafından algılanışını evrensel platforma taşıyabileceğiz. O zaman da sanatsal arenada bizim bir dilimiz olur. Şu anda dilimiz yok. Ne yazık ki 1940’lı yıllardan beri en çok övünülen şey, -işte efendim devlet tiyatrosu İngiltere’ye gitmiş bir Shakespeare oynamış, aynı onlar gibi, ağızları açık kalmış, Fransa’ya gitmişler bir roller oynamışlar aynı komedi-fransız’daki gibi. Eee? Eee yani? Adamlar yarım ağızla gülerek ‘ulan Türkler geldi burada bir oyun oynadılar, bizim gibi oynadılar’ diyorlar. Halbuki: Türkler burada bir oyun oynadılar, öyle bir anlatım biçimleri vardı ki; Shakespeare’i bizim anladığımızın çok dışında bir sanatsal boyutta ele aldılar ama bize de çok keyif verdiler’ demeleri gerekiyor, bunu oluşturmamız lazım, buraya kadar bu olmalı. Bundan sonrası için Allah kerim bakacağız.

Devlet tiyatrosuna baktığımızda genelde benzer şekillerde Shakespeare, Çehov oynanıyor. Bu seyircinin kendiyle bağ kurmasına engel bir durum değil mi?


Seyirciler Shakespeare oyunlarından sıkılırlar, Shakespeare okumaktan da sıkılırlar. Çünkü Shakespeare’i herhangi bir çağdaş anlatılış biçimiyle, sahneleniş biçimiyle görmüyorlar. Ya da görüyorlarsa da fazla zorlama-hani tam uç örneğinde- aşırı tepeden bakan, kafasına vuracak kadar ‘bak ben yorum yaptım, al sana ulan reji, daha ne istiyorsun’ gibi çok tepeden bakan bir yaklaşımla görüyorlar. Seyirci yine anlatım dili açısından bir ortaklık kuramıyor. Dolayısıyla öyle bir dil yaratılmalı ki seyirci ben shakespeare izliyorum şimdi düşüncesiyle izlememeli, sahnedeki sanat eserinin kendi bütünlüğü içerisinde bir ilişki kurmalı. İster izlediği Shakespeare olsun, ister Haldun Taner olsun, ister Moliere olsun, ister Euripides olsun, ne olursa olsun. Sakat mantık şu: Shakespeare oynuyoruz taytları giyelim, Euripides oynuyoruz hadi maskları takalım, çarşafları geçirelim üstümüze… Bu değil ki! Bakıp kitaba Euripides oynadıkları zaman İÖ500’de böyle oynuyorlarmış. Eee? Bugün de mi öyle oynayacağız? Toplum öyle değil ki. Burası antik yunan değil. Ben öyle değilim. Ben niye sahneye çıkıp onlar gibi davranıyorum? Bugün nasıl anlatmam gerekiyor; Oyun ne anlatıyor? Derdi ne? O derdini nasıl anlatacağım bunu bulmak lazım ve bu estetik dili, bu sanatsal dili ne kadar sağlam ve ne kadar seyirciyle ilişki kuracak biçimde yaratırsak bizim de evrensel arenada kendi sanat dilimizi oluşturmak konusunda adım atmamız mümkün olacak. Şu anda değil. Şu anda hala peruka takıp, taytları giyip, sahneye çıktığımızda Shakespeare karakteri oldum diye düşünen bir tiyatro anlayışımız var. Bunu üzerimizden atmamız lazım.

(Sıla Güven'e desteği ve yardımı için teşekkürler.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder