22 Haziran 2015 Pazartesi

Vedat Özdemiroğlu ile hayata dair bir sohbet


M.B : Şimdi, 1968 de doğan bir Vedat Özdemiroğlu var. V.Ö var. Sonrasında Gırgır , Fırt ve Çarşaf'ta öykülerle başlayan bir anlatım var. Sonrasında anlatım renkleniyor.Yazılar, görselliğe dönüşüyor müzikle birlikte, en sonunda sahne ışıkları çevriliyor. Bu serüvenin mihenk taşları konusunda bizi aydınlatır mısınız?

V. Ö : Bu ilk soruyu görünce ben korktum zaten. Bütün bir hayat var orda...
 O zaman üzerinden hızlıdan geçelim.68'de Ankara'da doğdum ve babam emekli bir albay. Türkiye'yi dolaştım, her tarafını.Bir mahalle, bir aidiyet hissi çok uyanmadı bende.. Bir memleket... Memleketim Çankırı  Ilgaz'dır. Oğlumun adı o yüzden " Can Ilgaz" dır. Hiç bir zaman ,  bir yerde  iki üç  seneden fazla kalmadık.Sadece İskenderun istisnadır beş sene kaldık orda. Kayseri, Malatya, Kars,Trakya pek çok yer dolaştım.. Bir sürü yerde, pek çok insan davranışı, ağızlar biçimler gördüm ve komik bir evden çıkıyorum , mizahçı oluşumun en büyük etkenleri bunlardır.Çok sonradan okuduğumda  mizahın aslında korku ve yalnızlıktan kaynaklandığını ,güldürücü iletişim biçiminin bu sert ilişkilerden en çok korkan insanlar tarafından benimsendiğini  öğrendim.Fakat  teorisi önemli değil pratiği bizim eve işlemişti komik bir evdi. Herkes çok komik espiriler yapardı ve genellikle bağırarak konuşulur hala bizim evde. Sonra mizah dergileri girdi eve. Beş yaş büyük bir  abim var " Ahmet Özdemiroğlu" . Bütün ikinci erkek kardeşler gibi abimi örnek almıştım.O çok güzel okuyordu dergileri ,bende okuma yazma bilmeden onlara bakmaya başladım . Okuma yazma öğrenince de en elimden düşmeyen şeyler bu mizah dergileri oldu hep.Çarşaf'tan bahsetmişsin. Sonradan ilk yazılarım da Çarşaf da yayınlandı.Gırgır , Fırt , Mikrop'ta da bir ara yayınlandı.
Hayatımın en mutlu zamanları ;İskenderun'a  cumartesi günleri geliyordu Gırgır, bakkala gidip Gırgırı okuyarak eve dönmekti. Şimdi düşünüyorum da  hiç bir zaman teknik bir becerim ve hevesim olmadı.Literatürle ilgili bir iş yapacağımı çok iyi biliyordum . Gazeteci mi olacaktım  editör mü tam ne olacaktım bilmiyordum da birinci isteğim, birinci değil hatta tek isteğim Gırgır'a girmekti.Kainatta çalışmak istediğim tek iş yeri orasıydı.Çarşaf'tan sonra o da oldu. Atilla Atalay'a yazılarımı götürdüğümde o zaten benim ismimden haberdarmış.İzliyorum seni iyi gidiyorsun dedi.Ben düşecek , bayılacak gibi oldum .Yıl seksen...Seksen yedi de Çarşaf'a başladım, seksen sekiz de de  Gırgır'a beni  amatör yazar olarak aldılar.  Bir sene sonra da Atilla ve bir gurup insan ayrılıp  " Hıbır' ı " kurdular. O zaman ben Gırgır'ın yazarı oldum bir anda, yirmi yaşımda halimle.Tam anlamadım idrak edemedim bu hali , bir şeyler  yazıyorsun  yazılanları da ,dergi yaklaşık yarım milyon satıyor, bir dergiyi dokuz kişi okuyor . Herhalde şans diye bir şey varsa benim hayatımda  bu odur. Yirmi yaşında bu kadar okuyucunun olmasıdır... Şu an mesela onu nasıl kaldırırdım bilmiyorum  ama o deli enerjiyle o delikanlı dedikleri deli enerjiyle  onu kaldırdım. Sonra  Oğuz Aral da  terk etti Günaydın ' ı. Avni dergisi çıktı. Ben o ekipte vardım. Avni de çalıştım üç yıl.Sonra  Leman'a geçtim. Limon , Leman olmuştu.Kendi bağımsız dergilerini ve binalarını kurmuşlardı. İdeolojik olarak  kesmiyodu beni çok merkezden giden bir hali vardı Avni'nin. Daha sol bir mizah yapmak istedim.

M.B : V.Ö. nasıl yorumlar Anadolu’yu? Sizce bu toprağın ilacı nedir Vedat Hoca’m?

V. Ö : Şu var dünyada , aslolan üzümdür.Şarap üzümden rol çalıyor. Üzümün şımarmış hali şarap. O yüzden  bütün bu kötülükler  insanın gidiklik hali ,benliğini kaybettiği şımardığı bir hal. Nefret sıkışmıştır sevgide diyorlar ya.. Dikkat edin insan insandan yine vazgeçemiyor.Dünyanın en kibirli adamı ol, aşağılamak için bana mecbursun. Yok öyle bensiz bir hayat.Sömürmek için bana mecburlar. Aslında şöyle özetleyim adam gel gel diyor ya  Konya'ya . Sonra İtalya oraya işgale gidiyor. Zaten çağırıyordu. Niye silahınla işgale geliyorsun , adam gibi bir kahvemizi içmeye gelseydin ya.Yine geliyorsun en sonunda. Yine mecburuz birbirimize. Şu an bütün dünyayı sana versek yok olsak, istemezsin ne yapıcaksın. O zaman ne bu güç meselesi. Şu an iki ölümlü olduğumuzu  bilerek  konuşuyoruz . Ne yapalım öleceğiz diye vazgeçecek halimiz yok. Nasıl böyleyse bu durum, nasılsa öleceksen tahakküme güce şana şerefe o kadar da  gerek yok. Bir idrak meselesi, bir idrak ortalaması meselesi bu. Bunu halk anlamıyor biz daha algısı açık insanlar olarak acı çekiyoruz  gibi söylemiyorum.Böyle düşünmemeli . Gayet net ortada bir durum var. Ben o okumamış insanlarda ,o daha saf,  o içindeki iyiliği aktaran insanlarda daha çok rastlıyorum. Hiç bir özentiliği olmuyor . O dipteki Türkiye'li insan benim aslında gizli sigortam. Yozlaşmıyor mesela , satmıyor. İngiltere ona daha modern gelmiyor mesela. Bunun , yanlış anlaşılmasın, asla milliyetçilikle bir alakası yok. Yerel bir hal bu.O dipteki iyi niyetli adam o, o adı bilinmeyen adam..Mesela okumuşlarımızın önemli kısmı buradan adam olmaz diyorlar. Ulan senden olmamış işte..Anlasana! Yani buradan adam olmaz....Baba evini sevmiyor,kendi ülkesini sevmiyor. Orası ,niye? Daha modern. Niye? Daha çok makina var. Metrosu daha uzun.Eee ?
Allah rahmet eylesin yakın zamanda öldü , Yaşar Kemal'i bize kazandıran bir ruh var. Dünyanın, öldüğü güne kadar yaşayan en büyük yazarıydı ve bin yıl boyunca da güncel! Yaşar Kemal de özetlenen bir ruh var burayla alakalı. Ben ona çok inanıyorum güveniyorum.Bu ülke için  hiç bir zaman...Bi kitabımda yazdım " Selam dünyalı ben Türküm" diye kendimizle dalga geçmeyi bilen biriyim de hiç bir zaman bir nefretim olamaz buraya. İmkansız.İmkansız  yani giderek de daha çok seviyorum..

Aziz Bey'e de , gerçi o inançsızdı ama nur içinde yatsın, Aziz Nesin'e de tek itirazım aptal kelimesinedir. Yüzde altmışı bilinçsiz eğitimsiz demeliydi. Çünkü aptallık bir kahırdır, aptallık düzelmez. Cahillik bir kusurdur.Onu düzeltirsin. Aptal düzelmez. Türk halkının aptal olduğuna da  hiç inanmıyorum.Ona inanmıyorum. Geriye bıraktırılmıştır . Bilinçsiz ve eğitimsiz bıraktırılmıştır ama asla ve katiyyen aptal değildir.



Ropörtaj : Mustafa Bilgin                                                                                             
Deşifre: Fatih Serdar Öncü

7 Mart 2015 Cumartesi

Oyunlar, provalar...






İzlerken karşınıza çıkan reklamlara dur diyemiyoruz fakat hele buraya da bir tıklayın aynı konuda çalışıyoruz.

Tarih...





Ast'ın tarihi açısından önemli bilgi ve belgeleri içeren iki belgesel.

Ortak nokta


17. yüzyıl klasisizminde bir eserin klasik sayılabilmesi için evrensel, akılcı, soylu, güzel, görkemli olması gerekir. İşte bu nedenlerledir ki, yeniden doğuşu simgeleyen Rönesans döneminde ortaya çıkan bu sanat akımı yalnız edebiyatla sınır kalmamış resimi, müziği, tiyatroyu, mimarlığı da etkisi altına almış ve çağa damgasını vurmuştur. Şüphesiz resimde klasisizm denilince akla gelen ilk isimlerden biri Leonardo Da Vinci ve ünlü Mona Lisa tablosudur. Tek bir ifadeyle 4 duyguyu –mutluluk, küçümseme, öfke, korku- anlatır. Aradan 4 yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen hala tartışılan bir sanat eseridir. Eline her fırça alanın kendini ressam sandığı, sanat eserinin ne olduğunu bilmeyen, sanata emek vermeyen, zaman ayırmayan, anlamaya uğraşmayan insanların sanatçılığa soyunduğu çağımızda elbette bir Mona Lisa daha çıkmıyor. Resim sanatın ifade araçlarından yalnız biridir. O görülenin, duyulanın renklenmiş halidir. 21. Yüzyılda, teknoloji çağında, insanlar bırakın resim yapmayı daha görmeyi duymayı bilmezken sanatta bir gerileme dönemi yaşanması da kaçınılmazdır elbet. 1668de yazılmış olmasına rağmen hala Moliere’in Cimrisini okuyor, satır aralarında kendimizden bir şeyler buluyorsak, çocukluğumuz La Fontaine’nin fabllarıyla geçtiyse, Şinasi’nin Ahmet Vefik Paşa’nın eserleri hala kitapçılarda varsa, bu adamlar evrensel olmuş, bu eserler ölümsüz olmuştur. Bu da ancak Boileau’nun dediği gibi aklı kullanarak olur. Yapıtlar değerini akıldan alır. Düşünmekten, sorgulamaktan, görmekten, duymaktan, hissetmekten alır. Biz şimdi üç maymunu oynarken Leonardo Da Vinci misali nasıl görebiliriz bir kadının gülümsemesindeki dört farklı duyguyu? Ya da ne denli hissedebiliriz rüzgârı üzerine şiirler yazacak kadar? Akıl kullanılmazsa körelir, omuzlarımıza ağırlık yapmaktan başka bir işlevi kalmaz. Ve omuzların üzerinde yalnız ağırlık yapan bir şeyden ne sanat eseri çıkar ne de bir özgün fikir. 
18. yüzyıla gelindiğinde klasisizme tepki olarak romantizm ortaya çıkar. 20.yüzyıla kadar oluşan akımlar hep bir öncekine tepki olarak doğmuştur. Akımlar birbirine zıt olsalar bile bir uyum içindedirler. Bir akımın ayrı bir kutbu olan başka bir tanesini ortaya koyabilmek için öncekini tüm hatlarıyla özümsemek, en ince ayrıntısına kadar bilmek gerekir. Bilgi gerekir, birikim gerekir ve tabi ki sorgulama gerekir. “Klasikler sanatı mükemmellik, evrensellik, insan tabiatı, görkemlilik üzerine kurmuşlar ama bu ne kadar doğru?” diye düşünmek gerekir. “Daha iyisi, daha doğrusu olamaz mı?” diye düşünmek gerekir. Günümüz insanında eksik olan en temel şey de budur aslında. Sanatla ilgili tüm sorunların altında bu yatar. Hazıra konmaya alışmışız biz. Kolaya kaçmaya, işleri kısa yoldan halletmeye. 
1789 Fransız İhtilalinden, hayatın her alanı gibi sanat da etkilenir. Ve romantizmde bu etkiler açıkça gözlemlenmektedir.  Romantizm akımının öncülerinden olan JJ Rousseau sanatın toplum üzerindeki etkilerinin en somut örneklerindendir.  Özgürlük, insan hakları, adalet kavramlarını edebiyat aracılığıyla halkın gündemine sokarak Fransız İhtilalinin temellerinin oluşturmuştur. O dönemde insanlar dinlerler. Sorunlara kulaklarını kapatmazlar. Sanatın düşündürmesine izin verirler. Şimdi ki gibi tiyatroyu yalnız gülme aracı olarak değil aynı zamanda ufuklarını genişleten bir alan olarak görürler. Bir romanın hayatlarını değiştirmesine, her okunan şiirde yeni kapılar açılmasına izin verirler.  Romantik sanatçılar özgürlüğü doğada aramış, kelimelerin gücünü çınarların gövdesinde bulmuşlardır. Para daha o zamanlarda tek güç haline gelmeye başlamıştır ki şimdilerde bunu oldukça iyi başarmış bulunuyor. Bu durum o dönem sanatçılarını kaliteli ve kalıcı eserler vermekten alıkoymamıştır ama ne yazık ki bu günler için aynısı söylemek oldukça zor. Kitapçıların ve ya müzik mağazalarının en çok satanlar listesine bakıldığında durum çok daha net anlaşılacaktır. Sanata karşı iyice körleşen toplum popüler kültüre hitap etmeyen hiçbir esere ilgi duymuyor, dolayısıyla yayınevleri popüler kültüre hitap etmeyen kitapları basmıyor ve nihai sonuç olarak da yazarlar popüler kültüre hitap etmeyen kitaplar yazmıyor. 
Romantizm yazın alanında olduğu kadar müzik ve resim alanında da bir devrim niteliğindedir. Delacroix’nın Halka Yol Gösteren Özgürlük tablosu Fransız İhtilalinin simgesi haline gelmiştir. Delacroix modern sanata geçişte öncü sayılır. Delacroix’nın Halka Yol Gösteren Özgürlük tablosunda Victor Hugo’nun Sefiller kitabındaki Gavroche karakterinden esinlenerek yarattığı fakir çocuk figürü o dönemde sanat dallarının iç içeliğinin bariz bir göstergesidir. Delacroixdan sonra şiir okumadan şiir yazmaya çalışan halkımıza baktığımızda acı bir gülümsemeden başka yapacak bir şey yoktur sanırım. Beethoven’nın geç dönem eserleri ve Maria Von Weber romantizmin müzik alanındaki etkisinin en çarpıcı örneklerdendir. Fransız İhtilaliyle birlikte orkestralar şatolardan çıkmış ve orta sınıfın da dinletisine sunulmuştur. Bu şekilde halk müzikle tanışmış, sanatın yalnız okudukları kitaplar, gördükleri yapılardan ibaret olmadığını anlamış, hayatın ritmini duymaya başlamıştır. Orkestralar halka inmeseydi belki de orta sınıf Weber’in ünlü Freischütz Operasını asla dinleyemeyecekti. Peki bizim bahanemiz ne? Devlet Opera ve Balesinde ortalama 20 liraya bir operayı izleyebiliyorken bunun yerine evde oturup bilgisayar başında saatlerimizi öldürmemizin bahanesi ne? Ali Seçkiner Alıcı hocamın da dediği gibi “Müzik cümlelerin bestelenmiş halidir.” Yani müzik aslında hayatın kendisidir. Resim nasıl görülenin duyulanın renklenmiş haliyse müzik de hayatın ezgilenmiş halidir. O zaman kendimizi gerçek sanattan soyutlayarak aslında hayattan, hayatın gerçeklerinden mi kaçmış oluyoruz? Yeni dünya düzeninin aslı olmayan değerleri – Para, kariyer, lüks evler, arabalar, kıyafetler- hayatımızın merkezine koymasına izin veriyoruz. Ve bize bunların sahte olduğunu hatırlatan her şeye de kulak kapatıyoruz. Bu yüzden ana fikri bile olmayan romanları alıyor, üç kelimeden oluşan şarkıları dinliyor, yalnız küfürle güldüren filmleri izliyoruz. Bırakın mimarinin güzelliğinin farkında varmayı sokakta yürürken önümüze bile bakmıyoruz. Kaçımız Yüksel Caddesindeki İnsan Hakları Anıtının farkındayız, kaçımız gördük, merak ettik, araştırdık? 
Romantizm akımının bize hediyesi olan adları saymakla bitmeyecek yüzlerce sanatçı var: Goethe, Lamartine, Puşkin, Shakespeare, François Rude, William Blake, Etienne Louis Boullée, Ahmet Mithat, Namık Kemal ve daha niceleri.
 Romantizmi neoklasizm ve barok takip eder. Barok mimarlık, resim, müzik ve heykeli etkileyici temalar altında birleştirmeyi hedefler. Düşünüldüğünde oldukça mantıklı bir yaklaşımdır. Sonuçta sanat bir bütündür. Sanat dalları birbirinden bağımsız düşünülemez. Hepsinin temelinde yaşam vardır (Etkisinde bulunulan akıma göre bakış açısı değişse de) sadece aktarım araçları farklıdır. Şimdilerde müzik dinlemeyen şairler, hayatlarında bir kere bile resim sergisine gitmemiş müzisyenler türemiştir. Ancak ortaya çıkan eserlerin hali ortadadır. Barok döneminin resimlerinde mimari çizimlere yer verilmiş olması iki sanat dalının iç içeliğinin ve uyumunun göz ardı edilemez kanıtıdır. Aradan geçen zamana rağmen Yngwie J. Malmsteen’in hala barok tarzında müzik yapıyor olması ise akımın evrenselliğini anlatmaya yeterlidir.  Neoklasizm o dönemki akımlar gibi bir tepki sonucu doğmuştur. İçerik olarak klasizm, romantizm ve barok dönemden farklı olsa da etki alanı aynıdır. Sanatın her dalını etkilemiş, bir bütün oluşturmuştur. Mimari ve resim alanında büyük devinimlere yol yapmıştır. Jacque Louis David ve Palladio akımın açtığı yoldan başarıyla ilerlemişler ve ortaya olağan üstü eserler çıkartmışlardır. 
20. Yüzyıla gelindiğinde akımların etki alanları, kapsamları ve oluşumlarında ciddi değişimler olmuştur. O zamana kadar sanat akımları birer okula dönüşmüş, dönem olarak anılmış ve her alana nüfuz etmiştir. Ancak 20.yüzyılda akımlar okullaşamadıkları gibi çok dar çevrede sıkışmışlardır. Fovizm ve Kübizm yalnız resimde, Fütürizm şiirde, Epik akım tiyatroda sınırlı kalmıştır.  Önceleri yüzyılda bir oluşan akımlar daha sık, daha kolay ama daha dar kapsamlı oluşmaya başlamıştır. Aziz Nesin 1977 yılında Mimar Sinan Üniversitesinde yaptığı konuşmasında bu durumu dile getirmiştir. Ve bunun nedenleri olarak devletin sanatçıyı korumaması, endüstrileşme sonucu sanatçıların kendilerini dar çevrelere sınırlamaları, sanatçıların diğer sanat dallarından kopukluğu ve gelişen teknolojiyi göstermiştir. 
Aziz Nesin 1977 yılında o konuşmayı yaptığından beri ne değişti? 
Devlet hala sanatçısını korumuyor. Daha doğrusu bütün sanatçılarını korumuyor. Ona muhalefet yazı yazanları, dediklerini onaylamayan müzisyenleri, karşıt görüşlü ressamları elinin tersiyle itiyor. Önce Devlet Tiyatrolarını kapatmaya kalkıyor, yapamayınca üzerlerinde baskı oluşturuyor, özellerin ödeneklerini kesiyor. 70li yıllarda - Ta o zamanda – Avusturya’da hükümete aykırılığı düşünülmeden bütün sanatçılar destekleniyordu. Ve hükümet şunu söylüyordu: “Biz yazarlarımıza bizi eleştirsinler diye yardım ediyoruz.” Bizdeki durum ise tam tersi, sanatçılar hükümeti eleştiremesin, hatalar, hileler, yolsuzluklar, kandırmacalar gün yüzüne çıkmasın diye sanatçı susturulmaya çalışılıyor. 
Her gün biraz daha gelişen teknoloji, bu doğrultuda değişen alışkanlıklar hayatın biraz daha tüketim odaklı olmasını sağlıyor ve bu durum hükümetin sanatçı üzerindeki baskılarına tuz biber olmuş oluyor. “Sanatı anlamak, sevmek bir alışkanlığın sonucudur.” diyor Aziz Nesin. Ve bu alışkanlığın oluşması için de zaman ayırmak, emek harcamak gerekiyor. Oysa 21. Yüzyıl insanı zamanını alışverişe, televizyona, tabletlere, akıllı telefonlara ayırıyor. Sanata şans tanımıyor. Hafta sonlarını AVMlerde geçiren, gökyüzünün mavisi görmeyen, baharın kokusunu bilmeyen bir toplum sanattan ne kadar ne anlayabilir ki? Her bir romanda o karakterle yeni dünyalara dalmayı, her bir şiirle bambaşka duygular hissetmeyi, her bir oyunda insanın farklı yönlerini görmeyi bilmeyen bir toplum tabi ki kalıcı, vurucu, kapsamlı bir akım yaratamaz. Akıma gelene kadar sanat yaratamaz. Tüketim düzeninin yarattığı popüler kültür bataklığına saplanır kalır. 

ŞİMDİ...  

Gri binalarla, AVM'lerle, kocaman iş merkezleriyle dolu kentlere hapsedildiğimiz bir dönemde yaşıyoruz. Adım başı inşaat görmeye, her ay yeni bir yol açılmasına, o yolların yıl içinde defalarca asfaltlanmasına, kırık dökük kaldırımlara alışmışız. AVM'lerle dolu kentlerde yaşamamızın yanında hafta sonlarımızı buralarda geçirir olmuşuz. Bir ağacın gölgesinin huzurunu unutmuşuz. Kuşların sesini unutmuşuz. Hafta sonları gidilen piknikleri unutmuşuz. Açık hava sinemalarını, tiyatroları, operaları, baleleri, sahafları, sergileri unutmuşuz. Griden başka renkler olduğunu unutmuşuz.  Her şey tüketmek olmuş. Yaşamak tüketmek olmuş. Üretmeyi unutmuşuz, düşünmeyi unutmuşuz. Ağaçların, nefes alan bize nefes aldıran ağaçların, bir topçu kışlasından, bir AVM'den, bir otoyoldan, bir başkanlık sarayından daha önemli olamadığı bir dönemde yaşıyoruz. Yeşilin yalnız dolarda kıymetli olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Sanatın hiçbir alanının ayakta durdurulmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Kültürümüze sahip çıkmamıza izin verilmediği, tarihimizin her alanının bir bir elimizden alınmaya çalışıldığı bir dönemde yaşıyoruz. İstiklal Caddesi’nde tarihi İnci Pastanesi’nin boşaltılmasıyla başlayıp Emek Sineması’nın yıkılması ile devam etmek isteyen bir dönem bu. İş Merkezi için İrfan Şahinbaş Sahnesi arazisindeki ağaçların kesildiği bir dönem. Bizim tüketmediğimiz enerjiler için doğayı katlederek HES yapmak isteyen, nükleer santral yapmak isteyen bir dönem. Zamanında köy enstitülerini kapatan zihniyetin devamı bu. Şimdilerde devlet tiyatrolarını, opera ve baleyi kapatmayı istemeleri de şaşırtıcı bir durum değil. Mücadele edecek beyinlerden korkuyorlar çünkü. Ve mücadele edecek beyinlerin oluşmasını da sağlı sollu engelleme girişimindeler. Beton kentlerde yaşayan beton kafalar istiyorlar. 

  Şehir insanı gün geçtikçe doğadan biraz daha yabancılaşıyor. Rant uğruna yapılan talanlara, sömürülere karşı körleşiyor. Oysa bu dünya bizim. Tüm canlıların. Ağaçların, hayvanların, insanların yani doğanın. Ve bu dünyaya sahip çıkmak, onu özgürleştirmek bizim görevimiz. Karşımızdakiler çok güçlü olabilir, bu sömürü sistemi tüm dünyayı sarmış olabilir ama bu durum umutsuzluk doğurmamalı. Sesimizi duyurabiliriz. Derdimizi anlatabiliriz. Güçlenerek ilerleyebiliriz. “Türcülüğün olmadığı bir dünya istiyoruz.” diyebiliriz. Çünkü farklı bir dünya mümkün. Çünkü dünyayı değiştirmek mümkün. Sanat gibi, sokaklar-alanlar gibi, kelimeler gibi güçlü silahlarımız var. Çünkü Edirne’de parkın imara açılmasını önlemek için kepçelerin önüne oturan Kıymet Teyze'miz var. Çünkü apolitik, bencil, duyarsız diye eleştirilen ama Gezi direnişiyle bizi şaşırtan bir nesil var. Mücadele gücünü uzaklarda aramamıza gerek yok, içimizde aslında o. Tüm özel alanlarımıza tecavüz edilen bir dönemden bahsediyoruz. İnternet sansürlerinden bahsediyoruz. Kaç çocuk yapacağımızdan, bu çocuğu doğurup doğuramayacağımıza kadar müdahale edildiği bir dönemden bahsediyoruz. Bunlara susmak değil çözüm. Komplike çözümler aramaya da gerek yok. Örneğin, W. Shakespeare tiyatro için “İnsanı, insana, insanca anlatma sanatı.” demiş. Bizde tiyatro aracılığıyla derdimizi neden anlatamayalım? Neden “Bu dünya bizim.” demeyelim? Özünde sanat toplum için değil midir zaten? Ya da  Eugene Delacroix’nın Halka Yol Gösteren Özgürlük tablosuyla Fransız Devrimi’ni sonraki kuşaklara aktarması. Kelimelerin yetersiz kaldığı anlarda, sanatın diğer dalları devreye girmez mi? Sanatın çıkışı da bu değil midir? Açıkçası ben sanatın yalnız göz zevkimiz için var olduğuna inanmıyorum. Bundan daha öte, daha derin bir amacı olmalı. Kelimeler her insan için dost değildir, düşüncelerini kelimelere akıtamaz. Böyle zamanlarda devreye resim, heykel, tiyatro, sinema, dans, müzik girer işte. Biz Salvador Dali’nin Belleğin Azmi tablosunun anlamı üzerine 3 saat fikir yürütebiliyorsak, o tablo yalnız gözümüz gönlümüz açılsın diye yapılmamıştır. Sanatın bu kadar etkileyici bir gücü, bu kadar uçsuz bucaksız bir alanı varken mücadelemizi neden sanatla da yürütemeyelim? Sanatın toplumdan koparılmaya çalışıldığı, toplumun ‘gerçek’ sorunlarını konu almasının engellenmeye çalışıldığı ve üstü kapalı da olsa sanat yalnız burjuvaziye hitap etmeli algısının yerleştirilmeye çalışıldığı bir dönemde sanata daha çok sarılmalıyız. Kasım(Noviembre) filminde Alfredo’nun sokak tiyatrosuyla amacı da aynen buydu. “Tiyatro diyorum. Çünkü insancıl bir iletişim ve birbirimizi anlamamızı sağlayacak eşsiz bir yol. İşte bunun için tiyatro!” diyor Alfredo filmde. Anlatmaya çalıştığım şeyi çok güzel özetliyor bu replik. John Lennon, 'Imagine' şarkısıyla ihtiyacımız olan umudu veriyor bize. Farklı bir dünyanın mümkün olduğunu söylüyor. Dünyayla, yaşamla ilgili bakış açımızı değiştirdikten sonra yapılabilecek yüzlerce şey var. Mesela, Gezi direnişi döneminde Güvenpark’ta kadına şiddeti anlatan bir sokak tiyatrosu yapılmıştı. Oradan geçen insanlar bile durup izlediler ve eminim ki o düşüncenin tohumları atıldı kafalarına. Bir alanın ucundan tutabiliriz, tutmalıyız. Hemen bugün. Çünkü artık susma zamanı değil. Artık harekete geçme zamanı. Dünyamız için mücadele etme zamanı!



                      Deniz Akdeniz

TİYATRO

Kimileri ayaklarındaki prangaları farketmemekte ısrarcı. 
Oysa ki alışılmış bir çaresizlik oyunu onlarınki. 
Günümüz Türkiye’sinde her vatandaş birer düşman. 
Halk düşmanları düşman olmaya devamededursun; 
çaresizler de ağırlaşan prangaları hissetmeye başladı. 
Bizim psikolojimiz değişiyor gün geçtikçe. 
Öyle bir komedya,öyle bir trajedi ki olanlar,
bir geceden bir gündüz arasında uçurumlar var. 
Uçurumlar keskin yamaçlarla dolu ki atlamak zorluk verici. 

Zor olanı başarmak kıymet verici olduğundan bizimkiler zora kulak asmazlar. Zaten bizimkilerin hayatı bir Bilal oğlan kadar olamadı ki kolay olsun. İlk zamanları bile zordu,geçim derdidir şusudur busudur.Bir de sanatçı olmak gayesi. Para pul yokken,ısınmak pek bir zorken çıkacak bir oyun metni masaya konduğunda mesela…İlk nasıl sorusu zihinde parlar. Sonra olsun yahu yaparız denir. Kazaklar,yün patikler ve kalın montlarla kat kat giyinilip evden çıkılır. Ankara’da malum ısınmak zor olur. Çalışmak zordur. Ödenekleriniz kesilmişse daha da zor.. Didinir çalışırlar. Alınlarının akıyla çıkarlar sahneye. Alkışlar boldur. Gurur doruk noktasındadır soğuk işlemez. Mesleğiniz büyük bir tatmin,büyük bir heyecandır. Hayattan bir kesittir. İnsanların bazısı kabul etmez tiyatroculuğu. Karın doyurmaz meslek mi olur der iter bir kenara. Tiyatrocular-sanatçılar- bir de bu yüzden başlı başına bir kavganın içindedirler ya zaten. Yılların verdiği parasızlık varken bir de bu söyleyişler baş ağrıtır durur. Baş ağrısı dert değildir. Tiyatro başlı başına bir direniştir. Tiyatro başlı başına bir başkaldırıdır. Tiyatro başlı başına bir emektir. Bir sevdadır. Bu yüzden boyun eğen olmaz tiyatroda. Onlar alır bizimkilerden,bizimkiler vazgeçmez daha sıkı sarılır. Onlar 15 yaşındaki bir umudu katleder bizimkiler sahneye katilin ismini yazar. Onlar korkar bizimkiler sokakta haykırır oyunlarda haykırır. Onlar çalar,bizimkiler üretir. Onlar ağaçları keser bizimkiler ağaç başında nöbet tutar gecenin ayazında. Onlar ses çıkaramaz biz şaha kalkarız! Onlar korkak katil ve hırsızdırlar. Bizler kahraman. Tiyatro cesurdur. Bizimkiler cesurdur. Boyun eğmeyen bu mesleğe bu emeğe bu sanata ne açlık söker ne hırsız söker. Tiyatro başlı başına bir direniştir.

Duygu Aslan

TÜRK EDEBİYATININ DURAKSIZI

Bekliyorum

                Öyle bir havada gel ki,
                vazgeçmek mümkün olmasın!

        13 Nisan 1914 Pazartesi günü İstanbul'un Beykoz semtine bağlı Yalıköy'de
bulunan İshak Ağa Yokuşundaki Çayır Sokağı'nda 9 numaralı konakta
doğmuştur. Sait Faik'in kaleminde Orhan Veli şöyle şekillenir: "İki
incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol,
müselles(üçgen) bir yüz, şişirilmiş göğe benzeyen bir sırt,
-denebilirse- er-genlik bozukluğu bir yüz. İşte bir görünüşte Orhan
Veli."



Ben Orhan Veli
"Yazık oldu Süleyman Efendiye"
Mısra-i meşhurunun mübdii..
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela adamım, yani
Sirk hayvanı falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Bir evde otururum,
Bir işte çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır usağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Oktay Rıfat'la Melih Cevdet'tir
En yakın arkadaşlarım.
Bir de sevgilim vardır pek muteber;
İsmini söyleyemem
Edebiyat tarihçisi bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Meşgul olmadığım ehemmiyetsiz
Sadece üdeba arasındadır.
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya?
Onlar da bunlara benzer.
        Kanık'ın edebiyata olan merakı ilkokul sıralarında başladı. Bu dönemde
Çocuk Dünyası isimli dergide bir hikâyesi basıldı. On altı yaşındayken
Oktay Rifat Horozcu ile tanıştı. Birkaç yıl sonra ise bir müsamere
sırasında halkevinde Melih Cevdet Anday ile arkadaş oldu. Lisenin ilk
yılında edebiyat öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar'dı. Ahmet Hamdi, Orhan
Veli’nin yazın dünyasının temelini oluşturarak derin köklerle sanatını
sağlamlaştırdı. --Bu bağlamda günümüzde de genç yazar ve şair
adaylarının sanatlarını şekillendirmesinde edebiyat öğretmenlerinin ne
denli kutsal bir görevde oldukları açık (Sonraları sanat görüşü
Tanpınar’la kutuplaşsa da) Tüm edebiyat öğretmenlerine saygılarımı
sunarım- Şair, lise döneminde arkadaşları Oktay Rifat ve Melih Cevdet'le
birlikte Sesimiz isimli bir dergi çıkardı. Sanatçının yaşamının bu
evresi aruz vezni kurallarını ve ahengini kavradığı ve ilk şiirlerini
yazdığı dönem oldu.
        Şair 1932 yılında, liseden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi'nin felsefe bölümüne kaydını yaptırsa da okulunu yarıda
bırakıp edebiyat hayatına atıldı.
        Kanık, daha sonra, Ankara'ya giderek PTT Umum Müdürlüğü, Telgraf İşleri
Reisliği, Milletlerarası Nizamlar bürosuna girdi. Şair, Ankara'ya
döndükten sonra eski arkadaşları Oktay Rifat ve Melih Cevdet'le tekrar
bir araya geldi ve bu üçlü, benzer tarzda şiirler yazmaya başladı. 1936
yılında, Nahid Sırrı Örik'in şiirlerini yayınlatmaları önerisinin
ardından, Varlık Dergisi'nde Orhan Veli'nin, Oaristys, Ebabil, Eldorado,
Düşüncelerimin Başucunda isimli şiirleri yayınlandı. Dergide, Orhan Veli
ve arkadaşları edebiyat dünyasına şöyle tanıtılmıştı:
“       Varlık'ın şiir kadrosu yeni ve kuvvetli genç imzalarla
zenginleşmektedir. Aşağıda dört şiirini okuyacağınız Orhan Veli, şimdiye
kadar yazılarını neşretmemiş olmasına rağmen olgun bir sanat sahibidir.
Gelecek sayılarımızda onun ve arkadaşları Oktay Rifat, Melih Cevdet ve
Mehmet Ali Sel'in şiirimize getirdikleri yeni havayı daha iyi
belirtecektir.  ”

 KEŞAN

21.8.1942

cumhuriyet han'ında;
ne güzel bir geceydi!
sabaha karşı yağmur yağdı,
güneş doğdu, ufuk kana boyandı;
çorbam geldi, sıcak sıcak;
kamyon geldi kapımıza dayandı.
karnım tok,
sırtım pek;
ver elini edirne şehri.
        Bu ilk şiirlerini, bir kısmı Mehmet Ali Sel mahlasını taşıyan diğer
şiirleri takip etti. 1936 - 1942 yılları arasında Varlık'ın yanı sıra
İnsan, Ses, Gençlik, Küllük, İnkılâpçı Gençlik dergilerinde şiirleri ve
yazıları basıldı. Orhan Veli, bu dönemin ilk yıllarında yazdığı
şiirlerin şekli, yapısı ve içeriği dolayısıyla hece şairi olarak kabul
edildi. 1937 yılından sonra ise hem Kanık hem de Anday ve Horozcu yeni
tarzda şiirlerini yayınlamaya başladılar.

İSTANBUL'U DİNLİYORUM
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Birşey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.

        1939 yılında, arkadaşı Melih Cevdet Anday'la birlikte araba kazası
geçirdi. Bu olayın sonucunda yirmi gün komada kaldı. Kazanın sebebi,
Anday'ın sürdüğü arabanın Çubuk Barajı tepesinden aşağı yuvarlanmasıydı.
1941 yılının Mayıs ayında Garip seçkisi yayınlandı. Bu kitapta şairin
yirmi dört şiirinin yanı sıra Melih Cevdet'in on altı, Oktay Rifat'ın
ise yirmi bir şiiri yer aldı. Kitabın içindeki şiirler kadar ses getiren
önsözünü ise Orhan Veli yazdı. Bu kitap sonradan Birinci Yeni olarak da
anılacak Garip akımının başlangıcı oldu.


ilk yemişini bu sene verdi,
kızılcık,
üç tane;
bir daha seneye beş tane verir;
ömür çok,
bekleriz;
ne çıkar?

ilahi kızılcık!

        Rivayet odur ki bu şiir, başta garip şiirini eleştiren, Orhan Veli'yi
şekilcilikle suçlayan fakat sonradan bu doğrultuda ürünler de veren
Nazım Hikmet'e yazılmıştır. Fakat tarafların birbirlerine karşı
tutumları zamanla değişmiş; hatta nazım hikmet 1955'te Budapeşte Kent
Radyosu'nda Orhan Veli'nin kitabını yanından hiç ayırmadığını söylemiş,
arka arkaya beş şiirini yayında okumuş, okumaya doyulmayan şiirleri
olduğunu söylemiştir. Öte yandan 1950 yılında Orhan Veli, Oktay Rifat ve
Melih Cevdet Nazım Hikmet'in hapisten kurtulması için üç günlük açlık
grevine katılmıştır.

        Başlarda Nazım Hikmet'in garip'e karşı çıkmasının nedeni kuşkusuz bu
hareketi diğer birçok şairin nitelediği gibi yersiz, saçma ve garip
bulmasıydı. Yıllar sonra ancak görebiliyoruz bu akımın modern şiirin
temeli olduğunu. Temeli ve başlangıcı. Oktay Rifat Orhan Veli'nin
yaşadığı dönemde şiirimizin fransız şiiriyle başabaş gittiğini söyler.
"Orhan Fransız şairlerinin birkaç nesillik şiir macerasını kısacık
ömründe yaşadı. Türk şiiri onun kalemi sayesinde Avrupa şiiriyle atbaşı
geldi." ve "Birkaç neslin belki arka arkaya başarabileceği bir değişmeyi
o birkaç yılın içinde tamamladı."
Sabahattin Ali Yaşar Nabi'ye yazdığı mektupta üç dört ayı bulmuyor bir
zamanda aldıkları asırlık yolun başını döndürdüğünü söyler.

        Diğer yandan Yusuf Ziya Ortaç Akbaba adlı dergide yazdığı yazıda: "Vezin
gitti, kafiye gitti, mana gitti... Türk şiirinin berceste mısra diye,
'yazık oldu Süleyman Efendi'ye!' rezaletini alkışladılar. ...ey Türk
gençliği! sizi bu hayasızlığın suratına tükürmeye davet ediyorum."
diyerek yermiştir. Orhan Veli garip önsözünde bu yazıyı şöyle
yanıtladı:" Nasır ve süleyman efendi kelimelerinin şiire sokulmasını
hazmedemeyenlerse şairaneye tahammül edebilenler, hatta onu arayanlar,
hem de bilhassa arayanlarıdır."



 Orhan Veli'nin "Yazık oldu Süleyman Efendi'ye" kadar meşhur olarak
gündelik dile giren bir diğer dizesi ise Ahmet Haşim'in "Göllerde bu dem
bir kamış olsam" mısrasını hicvetmek için yazdığı "Rakı şişesinde balık
olsam" idi. Aynı şekilde Ahmet Haşim'in ‘canan ki gündüzleri gelmez/akşam
görünür hav(u)z üzerinde’ dizesine ‘canan ki degüstasyon'a gelmez/balık
pazarına hiç gelmez’ dizesiyle sataşmıştır.(degüstasyon lüks bir
lokantadır.)

Orhan Veli Milli Eğitim Bakanlığının tercüme bürosunda çeviriler yaparak
hayatını kazanmaya çalışmıştır ama dönemin Milli Eğitim bakanı Hasan Ali
Yücel yerine Şemsettin Sirer gelince oluşan anti-demokratik havaya
dayanamayıp istifa eder. Ardından 1 Ocak 1949'da Yaprak Dergisi'ni
çıkarmaya başlar. Derginin ilk zamanları mali sorunlardan dolayı paltosunu
ve değerli eşyalarını satar.


Orhan Veli'nin tek hatası -Cemal Süreya'ya göre de öyledir- (kaynak:
Şapkam Dolu Çiçekle) kazandığı bir savaşı uzatmak, eskiyi yıkmaya yönelik
alaylı, yergici şiirlerini sürdürmektir. Kısacık ömründe dört şiir kitabı
yayınlamıştır. Garip'le edebiyat dünyasını sarsmış; Destan gibi'yle halk
edebiyatını modern şiire uyarlamış ve ilk gezi yazısı şiirini yazmış;
Vazgeçemediğim'le Garip'ten ayrılışının ilk örneklerini vermiş; Karşı'da
yeni şiirinin ilk sinyallerini vermiş ve bir yıl sonra dünyaya gözlerini
kapatmıştır. 14 kasım 1950'de, 36 yaşında; yüreğinde İvahit hanım, cebinde
28 kuruşuyla...


ANLATAMIYORUM
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.


Hazırlayan: Ahmet CİNAY

Seyircinin Kalemi

Annemin hiç tiyatroya gitmediğim için beni paylamasıyla başladı Ankara'daki tiyatro maceram. Yine annemin yönlendirmesiyle gittim Ankara Sanat Tiyatrosu'na. İlk gidişimde tamamen yapacak şey bulamayıp, "Neredeymiş şu AST bir bakalım bakalım." diyerek gittiğim için biletini aldığım oyunun başlamasına daha iki saat vardı. Ben de İsmail Abi ile tanıştım. İsmail Abi de en az tiyatronun öbür fertleri kadar canayakındı. Biraz onunla sohbet ettik; biraz kitap okudum, resim çizdim. Tiyatronun bekleme yerindeki o kocaman masada oturmuş kimse bana karışmadan kitabımı okuyup çayımı yudumlarken ben, arkamda Bilkent'ten gelmiş öğrenciler Mahir İpek ile röportaj yapıyordu. Mahir İpek, oturduğumuz mekanın sadece bir bekleme salonu gibi olmasını istemediğini, insanların gelip kitabını dergisini okuyup sakince bir şeyler yapabileceği, kütüphaneden istediği kitabı alabileceği bir ortam yaratmak istediğini anlatıyordu. Ben de içimden Mahir abimize teşekkür ederek, kitabıma gömüldüm tekrar. 
     Sonra oyuna girdim. Dar Ayakkabıyla Yaşamak. Duşan Kovaçeviç'in oyunu. Daha önce İzmir'de bir festivalde izlediğim ve açıkçası bana çok da yeterli gelmeyen bir oyundu. Hele Kovaçeviç'in Profesyonel'inden sonra, bu oyunda gerçekten bir şeylerin eksik olduğunu düşünmüştüm. Sonra bu durumun belki de izlediğim ekiple alakalı olduğunu, ve başkalarından da izlersem daha objektif değerlendirebileceğimi düşündüm. Oyun bittiğinde, oyun ile ilgili düşüncelerim çok değişmemişti. Ancak oyuncunun bir oyunu nasıl büyütebildiğini görmüştüm. Bence Kovaçeviç her ne kadar bu oyunla en iyi metin ödülü alsa da çok başarılı bir iş çıkaramamış. Ama Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncuları bu oyunu gerçekten üst düzey bir performans ile sahneye koydular ve izleyiciyi özellikle oyunun finaliyle etkilediklerini düşünüyorum. Oyun hakkında fark ettiğim bir değişiklik de oyunun finalinde, ilk izlediğimde söylenen şarkının kullanılmamasıydı. Yanılmıyorsam bir türkü ya da ninni idi. Bunu bir sonraki gidişimde Mustafa Bilgin'e sordum. Kendisi, o şarkı Türkiye'de bilinmediğinden vermesi gereken etkiyi vermeyeceğinden, kullanılmamış olabileceğini söyledi. Evet, başka bir şarkı ya da marş koyulsa da farklı anlamlar çıkabilirdi. Sonra oyunun sonunu düşündüm, gerçekten etkileyici bir finaldi ve eğer daha önceden metindeki sonu bilmiyor olsam finalde bir şeylerin eksik olduğunu asla anlamazdım. 
    Ankara Sanat Tiyatrosu, gerek sunduğu mekan gerekse oyunlarla yapabildiğinin en iyisini yapıyor diye düşünüyorum. Tabi ki ufak aksaklıklar, eksiklikler var ama, onlar her zaman olmaz mı zaten? Yine de bir şeyler bittiğinde,eve giderken aklınızda kalan şeyler bu sorunlarsa, kötü. Ama ben AST için böyle bir şey olacağını hiç sanmam. 

     Tüm bunların dışında, beni üzen şuydu ki, izleyici artık tiyatroyu bile delicesine hızla öğütüyor, tüketiyor. Oyundan çıkar çıkmaz insanlar bir şeyler satın almaya veya telefonlarını açıp kurcalamaya başladılar. Gazete okuyan bir çift bile oldu mesela. O kadar az kişi oyun hakkında konuştu ki. Konuşmasına gerek de yok, oyunu düşünen, susan insan da yoktu. Sanki beş saniye öncesi, beş saniye öncesinde kalmıştı. Bitmişti. Bu kadar hızlı tüketilebilir mi bir oyun? Tüketilmeli mi, demiyorum; bunu bilemem. Ama ben eskiden de izleyicileri gözlemlerdim. Nerede o oyun hakkında konuşurken gözleri parlayanlar? Ne oldu onlara? Yoksa onların da mı ayakkabıları sıkıyor artık?

Ezgi Nilgün Güney

İnsan denen meçhul, hangi şartlar altında olursa olsun, menfaati doğrultusunda varolmaya çalışan bir canlıdır. Söz konusu olan insanın da yaşarken kendi sürüsüne veya kendi kabilesine ihtiyacı vardır, ancak toplu yaşamanın bir gereksinimi olan saygı ve hoşgörü, bir bireyde daima bulunması zor olan özelliklerden olması sebebiyle, çoğu zaman engellenemeyen bir şekilde, haksızlık kavramı açığa çıkacaktır. Kimi insan akıntıya kapılıp sürüklenir, kimisi de gücünü ortaya koyar ve akıntıya karşı yüzmeye çabalayarak varolur. İşte Duşan Kovaçeviç'in yazıp Zurab Siharulidze'nin yönettiği 'Dar Ayakkabıyla Yaşamak' isimli oyunda da bahsedilen 'haksızlığın güçlü akıntısına maruz kalan beş fabrika işçisinin akıntıya karşı yüzmeye çabalaması' kavramı seyirci tarafından görülebilmektedir.
     İlk olarak, seyirci karakterlerle kriz anının sonrasında, yani işçilerin çalıştıkları fabrikanın özelleşmesi sonucunda işsiz kalma tehlikesiyle burun buruna gelip de bu olaya verdikleri tepki esnasında, fabrikanın içinde tanışmaktadırlar. Yaşanan tartışmalar, planlanan konuşma ve dayatmalar, kurulan ölümcül düzenek.. Sunulan kesitin başlangıç kısmında seyirci oyunun bel kemiği olan karakterlerin yapıları, hayatları ve aralarında sahip oldukları bağı keşfeder. Akabinde sahneye dahil olan kadın figürü - Maldiv Bey'in menajeri - olayın sebebinin aslen kim olduğunu ve yaklaşmakta olan fırtınanın habercisi görevini gördüğünü izleyiciye aktarır.
     Seyreden olay örgüsü dahilinde menajerinin odanın ısısını ayarlaması sonucunda içeri giren Maldiv Bey iki yüzlü karakterinden bir kuple seyirciye dağıtır. Planını devreye sokmak isterken işçilerin yanından konuşuyormuş gibi yaparak etkisi altına aldığı işçilerin sözcüsü Steva aracılığıyla haksızlığa baş kaldıran işçilerin onurlarını ve hakettikleri saygıyı vadettiği ölüm oyununa karakterleri sürükler. İşleri değiştirecek düzeneğin pimini çekmiştir, bundan sonra sadece para getirecek dükkanının vitrini işçilerin masumiyet ve mağduriyetleriyle parlatıp müşteri çekmek derdine düşmüştür. Kandırdığı işçilerle süslediği realite şovunu piyasaya sürmesi ve menajeriyle birlikte sunuculuk yapması olayı oyunda seyretmektedir.
     Menajer kadının basiretsiz olması ve yaşadığı şeyleri yüzeysel değerlendirmesi sebebiyle farkında olamadığı gerçeklerin onun omuzlarına yük olmaya başlamasıyla seyircinin farkında olduğu gerçeklik oyunun içinde de açığa çıkar; program işçilerin geleceğini değil, sonunu hazırlamaktadır. Tansiyonun gitgide yükselmesi, işçilerin hayattan birer birer diskalifiye olması, oyunu zirveye sürükler. Artık herkes farkındadır, bu başkaldırı eylemi gülünç bir hal almış ve o an orada yapılan şeyin haksızlığa direnmekle alakası bile yoktur. Bunun farkına varan ve oyunun önemli sahnelerinden birine sebep olan menajer, kumandanın kontrolünü ele geçirir. Seyirci burada 'ilahi adalet' kavramıyla karşı karşıya kalır ve mevcut kişilerin saflıklarının ve masumiyetlerinin kullanılmasına bir gönderme yapılarak, şuurunun etrafta gerçekleşen olayları farketmesini engelleyecek kadar havada olduğu menajer sunucunun düzeneği harekete geçirmesine ve tüpleri patlatmasına tanık olur. Oyunun final bölümünde ise işçilerin sonunda huzur bulmaları; oyun boyunca sarfedilen direnme çabasına sebep olan içinde bulunduklari suyu biraz daha ısıtan o 'dar ayakkabıları' çıkarmaları yaşanmaktadır.
     Belirli şekillerle günümüze kadar anlatılan haksızlığa başkaldırı olgusunun farklı bir meyvesini gözler önüne seren 'Dar Ayakkabıyla Yaşamak' adlı oyunla seyirci yeni bir bakış açısı ve farkındalık kazanmıştır; insan, kazanacağı sürece adım atan bir canlıdır, ve kuyuya düştüğünde ona uzatılan yardım eline ve uzatan kişiye dikkat etmeyecek kadar kendini düşünmektedir.

                                 Mertcan ŞEMEY






Şiddetin Etkisi

ALEGORİ


         İl dışına çıkıp bir yerlere gitmek beni heyecanlandırır her daim. Kısa süreliğine de olsa bulunduğum ortamdan,  iş  hayatının  stresinden, yorgunluğundan    uzaklaşıp    kafamı dinleyeceğim bir yerlere gitmek hep mutlu etmiştir beni. Hele gidilen yer insan ömrüne ömür katan yeşilliğin bol olduğu,  kuş cıvıltılarının yaşama sevinci dolu senfonisine   mis kokulu çiçeklerin eşlik ettiği ve yıllara meydan okuyan emektar ağaçların asil duruşuyla renk kattığı şirin bir Karadeniz köyü ise.   Orta Karadeniz’i Doğu Karadeniz’e  tatlı bir şekilde birbirine bağlayan Melet Çayı ile onun sadık mesai arkadaşı Kurul Kayası‘nı Ordu’lu olup da bilmeyen pek azdır.

          Tüm dünyada yaşanan felaketlere, yıkımlara, afetlere inat umursamaz bir tavırla dimdik ayakta duran, bünyesinde birçok medeniyet barındırmış, acılara, umutlara, mutluluklara, göçlere, gülüşlere, gözyaşlarına tanıklık eden başlı başına bir tarihti adeta Kurul Kayası. Tahtına kurulmuş tüm dünyaya meydan okuyan bir imparator gibi kimseden korkmayan bir tavırla eteğindeki köy evlerine kol kanat germekteydi. Bu heybetli yapıya, Melet Çayı’na, asil duruşlu emektar ağaçlara doğru yol almaktaydım. Şahin markalı Kara Şimşeğimle birlikte ailemle hasret giderecektim bu güneşli pazar sabahında. Fındık hasadının başlamasına yaklaşık üç gün vardı. Her yıl bu zamanlar yani Temmuz sonu ile Ağustos başlangıcında fındık hasadına hazırlık yapılırdı.
           Bu zaman diliminde köy evlerinin yanı başındaki boş araziler ayrık otlarıyla kaplı olur. Fındığın serildiği ve harman diye adlandırılan bu boş arazilerde, toplanan hasadın daha iyi kurutulması için ayrık otlarının temizlenmesi de şarttır. Fındık bahçelerinde hasadı zorlaştıran ayrık otları hem harmanın hem bahçenin dolayısıyla da çiftçinin baş belası olur bu dönemler. Ayrık otlarından temizlenen harmanda kurutulan fındık, patoz denen ayrıştırıcı tarım makinesiyle çeç haline getirildikten sonra müşterisiyle buluşur, üreticisi için geçim kaynağı görevi üstlenirdi. İnsanın zor ayakta durduğu bu yamaç arazilerde yer alarak toprak kaymasına dur diyen fındık ağaçlarından -ocak ismindeki ağaçlardan- fındık toplayarak üretime katkı sağlayan üretken, emekçi insanların emeğinin karşılığını alamaması gerçekten içler acısıydı.

        Virajlı Karadeniz yollarını geride bıraktıktan sonra köydeki eve ulaşmıştım. Annemle babam müreffeh kahvaltı sofrasında beni bekler vaziyetteydi. Yaklaşık üç aydır görmediğim annem ve babamla hasret giderdikten sonra mısır ekmeği, pancar diblesi gibi sağlıklı yemeklerin yer aldığı sofrada kuş cıvıltılarının, hanımeli, ortanca ve gül kokularının eşliğinde kahvaltı etmeye başladım.

          Babamın ve annemin güleryüzlü ve neşeli sohbetiyle yaşadığım stres, sıkıntı ve yorgunluk vakumlu elektrik süpürgesiyle halıdan tozun çekilmesi gibi birden kayboluvermişti zihnimden. Havanın sıcaklığına sohbetin sıcaklığı ekleniyor, demlenen taze çay sohbetin koyuluğunu arttırıyordu. Sohbetin koyulaştığı bu dakikalarda mavi işçi tulumunu giymiş, elindeki tırpanla harmanını temizleyen karşı komşumu görmüştüm. İşine çok iyi odaklanmış, sanki hayattaki tek hedefini gerçekleştirircesine çalışıyordu.İşini bitirmek üzereydi.Bazı insanlar çalışmadığı zamanlarda boşluğa düşer, işe yaramaz olduğu kanısına varır.Alın teri dökerse huzur bulur,iş yapmadığı süre zarfında ise asabi, huzursuz,ve mutsuz olur.Komşum da böyle bir insan. Bu nedenle ben de komşumun yaptığı işi sona erdirmesini bekledikten sonra ‘’Napiyon İhtiyar Delikanlı? ’’ diyerek kendisine seslendim. Sesin nereden geldiğini kısa bir süre aradıktan sonra beni görmüş ‘’Ooo hoş geldin gara oğlum diyerek!’’ yanıma geldi. Elini öpmek için eğildiğimde hızla elini benden uzaklaştırmış, içten bir gülümsemeyle bana sıkıca sarılmıştı. Kendisini kahvaltıya davet ettikten sonra annem ve babamla başlayan koyu sohbet, İhtiyar Delikanlı’nın katılımıyla daha koyu bir hal almıştı.
         Çalışmaktan yorulmayan dirençli komşum tatlı diliyle, esprileriyle, nüktedan tavrıyla, hoşça vakit geçirmemizi sağlıyordu. Yetmişine merdiven dayamış, yaşına göre dinç, yemyeşil gözlerine elma gibi kıpkırmızı yanaklarının arkadaşlık ettiği ve bu arkadaşlığa pamuk gibi bembeyaz sakalının sonradan katıldığı sevimli bir yüzü, coşkulu bir ses tonu ve tertemiz bir kalbi vardı. Yüzündeki kırışıklıklar çileli bir yaşam sürdüğünü ele veriyordu her ne kadar dinç görünse de. Ununu elemiş, eleğini duvara asmış, fazlaca yaşam tecrübesine sahip bir insandı. Yaşadıklarını, komik anılarını anlattıkça aşka geliyor, deneyimlerini aktarmanın verdiği mutlulukla gülümsemesi katlanarak artıyordu. Bu sohbet sırasında bir süre konuya olan dikkatim dağılmış, komşumun acıklı hikayesi bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başlamıştı.
          İstanbul’da uzun yıllar iplik  fabrikasında ağır işler altında çalıştıktan sonra ustabaşı olarak emekli olan İhtiyar Delikanlı, yıllarca çektiği memleket hasretini köyüne dönerek eşiyle birlikte sona erdirmek niyetindeydi. Çocuklarının eğitimlerini tamamlayıp, meslek sahibi olmasını bekledikten sonra hayattaki tüm sorunlarını hallettiğini düşünüyor ve artık köyünde sağlıklı bir yaşam sürmek istiyordu.
       Bundan tam yirmi yıl önce yine bir pazar sabahı İhtiyar Delikanlı’nın evinden gelen feryat tüm köyün yüreğini dağlamıştı. Kilometrelerce uzaktan gelen acı haber darmadağın etmişti aileyi. Komşunun astsubay olan oğlunun terörist saldırı sonucu şehit olması bir ocağı daha söndürmüştü. Kalabalık insan topluluğu, askeri araç, rütbeli rütbesiz askerler, ambulans, sağlık ekibi, birden gözümün önüne geldi. İhtiyar Delikanlı’nın bir köşeye çekilip ölüm sessizliğine gömülmüş, çökmüş bir vaziyette için için ağlayan çaresiz duruşunu ve ağlamaktan gözleri şişmiş, komşularınca teskin edilmeye çalışılan, ayakta duramayan, gözyaşı döküp her feryadıyla insanın yüreğini dağlayan annenin o günkü halini asla unutamam. Ne zaman bir şehit haberi duysam o günkü manzara gelir gözümün önüne. Nice emeklerle yetiştirilen yirmi yıl boyunca bir meslek sahibi olsun, rahat bir hayat sürsün diye anne ve babanın hiçbir fedakarlıktan kaçınmayıp o yaşa getirdiği fidan gibi bir delikanlı hayatının baharı denebilecek bir yaşta hayata gözlerini yummuştu.Yirmi yıl boyunca verilen emek , yirmi yıl önce bir elin tetiği çekmesi kadar kısa bir süre zarfında yok olup gitmişti.Bu yok oluşa anne yüreği fazla dayanamamış, anne on beş yıl önce İhtiyar Delikanlı’yı yalnız bırakmıştı.İhtiyar Delikanlı ömür boyu unutamayacağı evlat acısının beraberinde getirdiği sağlık sorunlarıyla yaşantısına devam ediyordu. Doktorun verdiği tavsiyelere önceleri karşı çıksa da şimdi bu tavsiyelere riayet ediyor, ilaçlarını düzenli alıyor, temiz havanın hakim olduğu bu şirin köyde doğayla iç içe bir hayat sürüyordu.
         İstanbul’da yaşayan çocukları tarafından görevlendirilmiş aynı köyde yaşayan bir kadın haftanın üç günü gelir, İhtiyar Delikanlı’nın yemeğini pişirir, temizliğini yapar, çamaşırlarını yıkardı. Çocukları ise köylüye emanet ettiği babalarını yalnız bırakmaz, sürekli İhtiyar Delikanlı’yı ziyarete gelirdi. İstanbul’ da yaşayan çocuklar her daim babalarıyla aynı yerde yaşamak istiyor fakat İhtiyar Delikanlı’nın eşinin ve oğlunun hatıralarıyla dolu olan evinden asla ayrılmayacağını bildikleri için pek bu konu üzerinde durmuyordu.
        İhtiyar Delikanlı, acılarının etkisini azaltmak için kendini köy işlerine vermiş, fiziksel güç harcayarak ruhsal bunalımlardan uzaklaşma yolunu seçmişti. Emekli olmadan önce geçimini sağlamak için iplik fabrikasında ağır işler altında çalışıp hayatını sürdüren bu güzel insan emekli olduktan sonra da hayata tutunmak için yaşına göre ağır işlerde çalışmaktaydı. Kesinlikle köy işi yapmaktan gocunmuyor,alın teri dökerek vücudundan toksinleri,zihninden de olumsuz düşünceleri uzaklaştırmaya çalışıyordu.Acılarından ve sıkıntılarından kurtulup hayata tutunmak için mücadele etmekteydi.Mücadelesi arenada ölüm fermanı imzalanmış bir gladyatörün ölüme meydan okuyuşunu andırıyordu.Belki gladyatörler gibi kılıç,kalkan gibi silahlarla mücadele etmiyordu.Ancak savaşırken kullandığı bıçkı,orak,tırpan,balta gibi öldürmek için değil iş yapmak için üretilen silahlar; tarihe yön veren, devletlerin, uygarlıkların, imparatorlukların kaderini belirleyen öldürücü nitelikteki kılıcı,mızrağı ve daha birçok cinayet aletini tarihin derinliklerine gömmüştü.Bir başka deyişle kılıç saban karşısında hezimete uğramıştı.Kılıcı sabana karşı hezimete uğratan silahlardan biri olan tırpan bununla da yetinmemiş,bir başka tuhaf durumun yaşanmasını sağlamıştı.Edebiyatta kişileştirme sanatlarından alegori anlatılırken konunun anlaşılması için elinde terazi ve kılıç bulundurarak adaleti simgeleyen kadın Themis’ten; ölümü simgelemek içinde elinde tırpan bulunduran iskeletten yaralanılır hep.Tırpan ölümü anlatmaya yarayan bir simgeydi aslında alegori için.Ölümü anlatırken kullanılan bu simge kendini köy işlerine verdikçe acısından ve sıkıntısından uzaklaşan bu güzel insan tarafından hayata tutunmak için kullanılmaktaydı. İhtiyar Delikanlı ölüm simgesini ölüme karşı kullanmış, alegori sanatının kurallarını belki farkında olmadan alaşağı etmişti. Alegori sanatını bile çaresiz kaldığı bu durum çaresiz insanlara ilham kaynağı olduğu gibi, hayattan tat alamayan insanlar için de güzel bir örnek niteliği taşıyor aslında.







Yazan: Gürkan Koçak                             

6 Mart 2015 Cuma

3 kuruşluk 5 para

Ümit Aydoğdu ile oyunu Beş Para Etmez Varyete'den konuşurken söz sözü aştı. Öğrendik, düşündük, paylaştık; iyi de oldu.

- Bize bu oyunun oluşum hikâyesini biraz anlatabilir misiniz? Neden Brecht’ in oyunlarını uyarlamayı seçtiniz?

  Oyunun uyarlanması öyküsü 2005-2006 yıllarına kadar geri gidiyor.2005 yılında benim şu anda da çalıştığım Tiyatro Anadolu’da bu oyunu sahnelemek üzere bir çalışma yapmaya başladım, bunun için de 3 Kuruşluk Opera eserini aldım. Bu oyunu sahneleyelim diye düşünüyorduk, konuşuyorduk tiyatroda kendi aramızda. Fakat oyunda bazı handikaplar vardı. Türkiye’ de çok oynanan, bilinen bir oyun olmasına rağmen seyircinin yine de oyuna mesafeli kaldığı, anlamakta zorlandığı bazı yanları var. Oyunda İngiliz kültüründen bir sürü öğe geçiyor, oyunun geçtiği yer İngiltere’de Soho bölgesi. Bu bölgeyi tanımlarsak, bizim İstanbul’daki varoş kesimi karşılayabilecek, daha karanlık işlerin döndüğü bir yer olarak tanımlayabiliriz. Ama bu her seyircinin bilgi dağarcığında olan bir şey değil. Mesela oyunda
bütün bu olaylar kraliçenin taç giyme töreni sırasında gerçekleşiyor.  Kraliçenin taç giyme töreninin İngiliz kültüründe ne ifade ettiği ile bizim ülkemizde nasıl bir karşılığı olacak noktasında da açık noktalar var. Bunun gibi kültürel olarak bize uzak birçok yan var. Bir de Brecht’ in kendi sözü var o da şu: Bir soru soruyor kendi tiyatrosuyla ilgili: Epik tiyatro her yerde yapılabilir mi, uygulanabilir mi? diye soruyor. Sonra belli şartlar ortaya koyuyor.  Epik tiyatro benim yaptığım gibi her yerde uygulanamaz bunun için; bir, epik tiyatronun yapılacağı toplumun belli bir sanatsal ve kültürel aşamayı geçmiş olması gerekiyor diyor. Türkiye bu açıdan sınıfta kalıyor. Zaten hem Rönesansı yaşamamış,  aydınlanma çağını derinlemesine yaşamamış bir toplum olarak hem de epik tiyatronun ele aldığı konularda toplumsal olayları toplumsal aksaklıkları toplumsal açıkları bozuklukları suratına vurulmasına açık bir toplum olması gerekiyor diyor. Bu açıdan bunu Türkiye de yapabiliriz diye düşünüyoruz. Çünkü taşlamayı seven bir toplumuz,  aynı zamanda mizahı da bu anlamda kullanmayı seven bir toplumuz.  Brecht’in oyunlarında da böyle taşlamaya dayalı mizahı bir yan var ve eğlendiricilik öğesi çok yüksektir.  Brecht’ te aslında bu bir unsur; bir diğer unsur da, asıl bence önemli olan unsur, Brecht oyunlarının yazıldığı zamanda epik tiyatronun da hedeflediği bir şey bu;  seyircinin alışkanlıklarının kırıp günlük hayatta yasadığı olaylara başka bir gözle bakabilmesinin sağlayacak bir etki yaratacak tiyatro biçimiydi.  Bunun için yabancılaştırma etmenini kullanıyordu ve insanların oyunu izlerken gördüğü olaylarla günlük yaşantının karşılaştığı olaylara yabancılaşıp başka bir gözle bakmasını sağlıyordu. Şu soruyu soruyor: Çağımızın eğlencesi nedir?  Buna verdiği cevap da: İnsanların günlük hayatta yaşadığı şeylerin değişebilir, değiştirilebilir, günlük hayata etki edebilir olduğu. Yani günlük hayata etki edebileceğini görmesi eğlendiricilik yaratır diyor. İşte bu söylediğim olayların etki edilebilir, değiştirilebilir, hiçbir şeyin kader olmadığı düşüncesini seyirciye yansıtmak için Brecht bu tiyatro türünü, bu oyun biçimini oluşturdu. Ama aradan geçen yıllar 1930’lardan 1940’lardan bu zamana geçen zaman Brecht’i çok popüler bir hale getirdi. Brecht bizim için artık aykırı yenilikçi bir tiyatro adamı olmasının dışında tiyatro tarihinin önemli köse taşlarından, klasiklerinden biri haline geldi. Böyle bir tiyatrocunun klasikleşmesi, bir başyapıt niteliği kazanması da epik tiyatronun hedeflerine en büyük ihanetten bir tanesidir aslında. Çünkü Brecht’in eleştirdiği sistemin toplumsal olayların en önemli silahlarından bir tanesi aykırı olanları absörbe edip, içine alıp evcilleştirip zararsız bir hale getirmek. Bu da Brecht’in oyunlarından en çok ‘Üç Kuruşluk Opera’ya yapılmış bir şey. ‘Üç Kuruşluk Opera’ ilk Amerika’da temsilini yaptı, çok popüler oldu. Ondan sonra dünyanın her tarafında oynanmaya başlandı ve çok popüler bir tiyatro eseri olarak oynanma başlandı. ‘Üç Kuruşluk Opera’ müzikleri Kurt Weil’in konserlerinde çalınmaya başlandı. Frank Sinatra konserinde Mackie Messer’in şarkısını söyleme başladı. Louis Armstrong konserlerinde çalmaya başladı bu müzikleri,  birden bire çok rahat tüketilebilen bir meta haline getirildi. Dolayısıyla seyirciler de bu oyunu izlemeye geldiklerinde, bu müzikler duyduklarında, Brecht’ in hedeflediği yabancılaştırma etmeni yerine daha popüler bir etkiyle dinlemeye başladılar. Hatta bazı seyirciler sadece bu müzikleri dinlemek için oyuna gelmeye başladı. Dolayısıyla bu oyun epik tiyatronun hedeflediği unsurlar açısından etkisini yitirmeye başladı. Bu konuda ne yapılabilir diye düşündüm, bunun yollarından bir tanesi Brecht’ in hedeflediği ana unsurları göz ardı etmeden bu oyuna ait popülerleşen unsurları yeniden oluşturmak. Bunu da bizim  seyircimizin algısına yakın daha rahat anlayacağı bir biçime dönüştürmek; Uyarlamaya bu düşünceyle başladım ve oyunun yüzde 95 den fazlasını değiştirerek müzikleri, şarkı sözlerinin tamamını da değiştirerek, hatta bazı müzikleri kullanmayarak oyunu yeniden oluşturduk. Ama Brecht’in ön gördüğü ana olay çizgisine kurgusuna dokunmadık. Böyle olunca ortaya yeni bir oyun çıktı ama aynı zaman da bu ‘Üç Kuruşluk Opera’nın Türkçe söylenmiş bir versiyonu gibi düşünülebilir.  Nasıl Can Yücel, Shaekspeare’in  ‘Bir yaz Dönümü Gecesi Rüyası’nı ‘Bahar Noktası’ diye Türkçeye kazandırdıysa ve bunun adına çeviri demiyorsak biz; o bir çeviri değil artık yeniden  Türkçe söyleyiş biçimi diyorsak bu da biraz böyle bir nitelik taşıyor. Uyarlama ama oyunun bize özgü söyleyiş biçimi bize özgü bir anlatım biçimi. Bunun sahnelemesinde de bize özgü bir anlatış biçimi var, sahnelemeye baktığınızda da şeyi görürsünüz bizim geleneksel tiyatromuzdaki oyunsu mantığa çok yakın sahneleme biçimi, oynayış biçimi, oyunculuk biçimi. Dekora ihtiyaç duymaz, kostüme çok ihtiyaç duymaz, aksesuara süslü ışılara suna buna ihtiyaç duymaz. İhtiyaç duyduğu şey güçlü bir 'ensemble', güçlü bir toplu oyunculuk enerjisi, bunu yarattığın sürece de her yerde sokağın ortasında da oynayabilirsin.

-Oyunun karakterleri arasında gerçek hayattan esinlendiğiniz insanlar var mı?

Var. Aslında hepsi gerçek hayattan çok doğrudan izler taşıyan karakterler bunlar. Çünkü Brecht’in oyunlarında bu karakterler oluşturulurken toplumsal analizini yapmak için o durumdaki kişileri ele almıştır. Mesela Hortum Süleyman gerçek bir kişi, gerçek bir kişi derken oyunumuzdaki kişi değil ama o isimden esinlenmem uyarlamayı yaparken emniyet müdürüne Hortum Süleyman dememin sebebi  bir zamanlar İstanbul Beyoğlu’nda öyle bir emniyet müdürü vardı, lakabı Hortum Süleyman’dı.  Çünkü Beyoğlu’nda gözaltına aldığı eşcinselleri, dilencileri, hırsızları ya da potansiyel suçlu gördüğü kişileri hortumla dövüyordu. Bunların görüntüleri de çıkmıştı gazetelere,  ciddi şiddet uyguluyordu. O yüzden ona hortum Süleyman diyorlardı. Biraz ürkütücü bir karakterdi,  gerçek bir karakterdi. Ben de o ismi burada oyunda kullandım. Onun dışında doğrudan bir isim kullanmadım. Mesela Piç Ümit orijinal ‘Üç Kuruşluk Opera’da Peachum’ dur adı, ben o sesteşlik benzerlik açısından Piç Ümit’i kullandım. Bizim oyunumuzdaki Zeki Şeker Mackie Messel, hem bir ses benzerliği olsun hem de bizde karşılığı olsun. Zeki Şeker aynı zamanda isim olarak da hırsızların başında kafası çok iyi çalışan kurt gibi hani derler ya kafasından kırk tilki döner kuyruğu birbirine değmez öyle bir adam zeki, bir de kadınları tatlı dille bağlayıp kandıran biri olarak Şeker gibi tarif ediliyor ama lakabı da Ustura Zeki tehlikeli biri. Piç Ümit de öyle hem orjınal isimle benzerlik kurayım dedim hem de piç ümit dilencileri haraca bağlayarak onları dilendiriyor, dilenerek para kazanma umudu taşıyan yoksulların umutlarını, duygularını sömürüyor ve insanların duygularını da sömürerek para toplamaya çalışıyor ümitleri piç eden kişi anlamında. Semiramis Türk filmlerinde çok kullanılan bir isimdir o da aklı bir karış havada aşk, çiçek böcek peşinde koşan biridir aynı zamanda da Semiramis Türk filmlerinde kötü kadın karakterlerinin ismi olur genelde. Oyunun sonunda da Semiramis’in değişimini görüyoruz öyle bir kadına dönüşüyor yavaş yavaş. Saadet’ de parayla saadete inanan biri olduğu için Saadet. Böyle düşündüğünüz zaman isimlerin gerçeklikle çok bağlantıları var ama bunların hepsi aynı zamanda analojik anlamsal olarak da bir ikincil şey taşıyor. Tabi bunlar seyirciyi çok ilgilendiren şeyler değil, bunlar hani oyun kurulurken yazılırken düşündüğüm şeyler ama bunları oyuncularla paylaştığımda zaman zaman onlara farklı ufuklar açıyor. O rollere nasıl yaklaşacağını ya da o ismi duya duya o isimle karakteri oynarken birleştirerek ortaya fikirler çıkıyor, burada da bir sürü öyle fikirler geldi oyunculardan.


-Bir Akademisyen olarak konservatuarlarda verilen eğitimi nasıl buluyorsunuz?

Yaklaşık 20 yıldır eğitmenlik yapıyorum, üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışıyorum. Yüksek lisans ve doktora yaptım, bu alanda öğrenci olarak da uzun yıllar yer aldım. Ne yazık ki söyleyebileceğim en önemli şey çok tek boyutlu bir eğitim veriyoruz ve eski bir eğitim veriyoruz. Konservatuar Türkiye’de ilk kurulduğu zamanki eğitim modelinden çok sapmadan yeni yöntemleri denemeden, biraz böyle bu bir yöntem elimizde var aman bunu kaybetmeyelim başka bir şey ararsak boşluğa düşeriz, korkusuyla yeni eğitim modelleri denemiyoruz. Bu da hani Türkiye'deki genel akademik sitemden kaynaklı bir şey. Biraz tutucu biraz yeniliğe kapılı bir akademik sisteme sahibiz maalesef.  Böyle olunca da yeni denemeler yapmak isteyen eğitmenler için alan çok sınırlı ve engellerle dolu.  Ama öğrencilerin çok daha bu konuda kaygılar taşıdığını arayışlar içersinde olduğunu görüyorum. Onlar beklentileri yüksek belki hocaları onlar ateşliyorlar daha yeni şeyler araştırmak üzere. Arada güzel şeyler çıkmıyor değil, çıkıyor. İyi hocalar, iyi sınıflar, iyi modeller gelişiyor zaman zaman ama bunlar maalesef ne uzun soluklu oluyor ne de bir sistem haline oturup genelleşiyor. Bence en büyük eksiklik bu. Onun dışında söyle bir gerçeklikte var tabi; bir sürü konservatuar, bir sürü tiyatro okulu var ama o kadar tiyatro, o kadar çok çalışma alanı yok Türkiye’de. Dolayısıyla bu kadar çok oyuncu yetiştirip dışarı salıp onları herhangi iş kolunda nasıl çalışacakları konusunda bir alan yaratmadan eğitmek de çok anlamlı değil. Öğrencinin hedefini ve ne için çalışacağını belirlemeden aldığı eğitimin de havada kalacağını düşünüyorum.

Sizin için direniş ve tiyatro kelimeleri yanyana ne ifade ediyor?

Tiyatro özü itibariyle konularını hep çatışmalar üzerinden alır. Yani çatışmanın olmadığı yerde sağlam bir tiyatro eseri gerçekleşemez, olamaz! Direnişlerde belli çatışmalar üzerinden doğan şeylerdir. Yani insanların, kendilerini baskı altında tutan, kendi yaşamlarını tehdit eden, üzerlerinde hissettikleri kimi baskıları, kimi tehditleri bertaraf etmek üzere ayağa kalkışını temsil ediyor direniş denilen şey-bu aktif direniş de olabilir, pasif direniş için de aynı şey söylenebilir. Dolayısıyla tiyatro hiçbir zaman bunu gözardı etmemeli, edemez. Tiyatroyu politik olan-olmayan gibi alanlara da ayırmak çok doğru değil bence. Çünkü tiyatroda anlatılan herşeyin, toplumsal konuları da ele alsa, ailevi konuları da ele alsa mutlaka içinde bulunduğumuz durumun siyasi yanıyla ilgili bir yansıması vardır, olacaktır. Bundan kaçınamayız. Dolayısıyla tiyatroyla direniş yanyana gelemeyecek kavramlar değil. Ama bence tiyatro sanatı Türkiye’de kimi ülkelerde gördüğümüz kadar büyük, vazgeçilmez bir ihtiyaç olmadığı için; hergün günlük yaşantıda karşılaştığımız ve içinden çıkamadığımız sıkıntılara karşı duyduğumuz başkaldırı isteğiyle çok yanyana gitmiyor, hiçbir sanat kolunda olduğu gibi ya da eğitim alanında olduğu gibi ya da basın ya da herhangi bir iş kolu. Bizim hayatımız Türkiye’de o kadar birbirinden kopuk ki; bir işimiz var, bir ailemiz var ve bir de içerisinde yaşadığımız toplum hakkında yaşadığımız rahatsızlıklar var, bunları hiç bir arada bütünleyemiyoruz. Bunu bütünleyemediğimiz zaman da, örgütlenme denen şeyi yapamıyoruz. Örgütlenmeden de toplumdaki hiçbir problem çözülmez. Yani önce örgütlü olması lazım toplumun problemlerini çözebilmesi için. Ama bizdeki direniş… En şaşırtıcı örneği de bu yaz yaşadığımız şeydi Türkiye’de, Türkiye’de daha önce karşılaşmadığım ve daha önce de bir yerde okumadığım, görmediğim müthiş bir direniş anlayışıyla karşılaştım. Türk toplumu için hafızası zayıf, vurdumduymaz, hiçbir zaman ayağa kalkmaz, koyun gibi bir toplum tanımlaması yapılırdı hep ama gördük ki öyle değil. Özellikle gördük ki yeni genç kuşak böyle değil. Yani sadece bu Türkiye için geçerli değil, bütün dünyanın gözünü çevirip şaşkınlıkla izlediği ve her fırsatta biliyorsunuz yani; Türkleri belli şeylerle tanımlarlar: Ya çok sigara içen insan Türktür derler, ya yırtıcı, saldırgan kavgacı insan türktür derler ama geçen yaz bütün gazetelerin manşetleri dünyada Türklerin iki ağaç için nasıl ayağa kalktıklarını yazıyorlardı. Bunu anlamakta zorlanıyorlardı. Türkler bunu nasıl yapıyor diyorlardı. Tabiki o iki ağaç için değildi ama, Türklerin örgütlü olmadığı halde, böyle hep birlikte ayağa kalkabileceklerini görmeleri bütün dünyayı şaşırttı, açıkcası beni de şaşırttı. Ve öyle bir yaz yaşadığım için de gerçekten de heyecan duydum, mutlu oldum. Unutulmaz bir tarih olacak o Türkiye açısından. Umarım bunun devamı gelir, bu toplumdaki insanlar gençleri gibi her zaman bu duyarlılığı sürdürür ve zamanla bunun hem aile yaşantılarıyla, hem aile yaşantılarıyla, hem de sanatsal yaşantılarıyla bağı da kurulur. O zaman örgütlenmeye başlarız işte, o zaman örgütlü bir toplum haline geliriz. Dolayısıyla ben tiyatronun bununla elele gitmesini düşünüyorum ama şu anda öyle olmadığını söylemek zorundayım.
Geçen yaz Türkiye için bir umut ışığı oldu, peki tiyatroda da gençlerden beklentiniz var mı?
Kesinlikle var. Herkes hemfikir, Türk Tiyatrosu’nda bir canlanma var. Geçtiğimiz 15 yıllık bir süre içerisinde Türk Tiyatrosu’nun neredeyse durma noktasına geldiğini görmüştük. Ödenekli tiyatrolar da, özel tiyatrolar da… Bir bir salonlar kapandı, oyunlar durdu, çok köklü tiyatrolar durma noktasına geldi fakat geçtiğimiz 4-5 yıldır bir canlanma hareketi başlıyor ve bu sene son yılların en yüksek noktasında, önümüzdeki sene daha da yükselecek bence, bunu yapan gençler. Şu anda İstanbul’da sadece bir gecede yaklaşık 350-400 tane oyun perde açıyor. Bunun rahatlıkla 250 tanesini, bu genç tiyatrolar yapıyor. Her apartman dairesinde bir tiyatro kurdular nerdeyse, 40-50 kişilik salonlar kurdular. Bunu da kendi aralarında yapıyorlar, herhangi bir destek almadan, birbirlerine destek atarak. Bir tiyatro kuruyorlar, kurulacak yeni bir tiyatro yararına bir oyun oynayıp ona destek yapıyorlar. Seyircinin de ilgisini çekmeye başlıyor bu. Nitelik açısından öyle mi? Nitelik açısından henüz o aşamaya gelmiş değil bu genç tiyatrolar. İçlerinde çok nitelikli eserler de var, ama bu büyük çoğunluğun niteliği böyle değil. Ama bu bence hiç önemli değil. Birkaç yıl sonra nitelik de yükselecek aralarında, belki de 10-15 yıl sonra, bu genç tiyatroların içerisinden çok önemli tiyatro adamları çıkacak-ki şu anda bile çıkıyor yavaş yavaş-ve onlar Türk Tiyatrosu’nun şu andaki eskimiş, köhnemiş halini ayağa kaldıracak. Bence gençler gezi’de yaptıklarını tiyatroda da yapacak yeter ki onlara alan tanınsın, fırsat tanınsın ve yaptıkları şeyler görünsün. Bence en önemli şey; tiyatro yazarlarının, tiyatro eleştirmenlerinin, akademisyenlerin onları görmesi, onların farkında olması, onları gelmezden görmedikleri sürece bence yeni tiyatrolar, genç tiyatrolar çok önemli bir adım atacaklar Türk Tiyatrosu’nda.
 
Sanatta hatta tiyatro özelinde evrensellik sizin için nedir?

Evrensellik anlatım diliyle ilgili birşey bence. Anlatılan şeyler, belli konular dışında yerel motifler taşımak zorunda. Yani benim hissediş biçimim, algılayış biçimim ve duygularımı ifade ediş biçimim ister istemez kendi yaşadığım kültürün coğrafyanın kültürünü, etkilerini taşıyacaktır. Bu yerel hissediş biçimi anlatmak istediğim şeyin çağdaş ve küresel boyutta paylaşıma açılabileceği bir dile evrilmesi gerekiyor. Hissettiğim problemleri, kurtarmak istediğim düşünceleri Amerika’da bir insanın anlayabileceği bir dil oluşturabildiğim zaman sanatın evrensel diliyle konuşmaya başlamış olurum. Ama anlattığım şey yerel olabilir. Dolayısıyla o insanlar da benim yerel problemlerimin evrensel nitelikte anlatım biçimleriyle karşılaştıklarında ortaya ortak bir dil çıkar. Sanatsal, ortak, evrensel bir dil. Bu dil doğrultusunda ayrışımımızı yerel değerlerle evrensel değerler arasında gidip gelen büyük bir kültürel platforma dökebilir sanat, insanlık. Bence en büyük özelliği de budur sanatın. Aksi takdirde, evrensel değerleri sanatın yakalaması için, evrensel bir yazım biçimine, evrensel bir anlatım, hissediş biçimi oluşturması gerekmiyor. Ama anlatım biçimi önemli, aslına bakarsanız bu mikro düzeyde de böyledir yani bir sanat eserinin ne anlattığı önemlidir belki ama daha önemli olan şey nasıl anlattığıdır. Dolayısıyla bir sanat eserinin izleyicisi- bu oyunsa seyircisi, kitapsa okuyucusu, resimse izleyicisi- onun alıcısı zaten bir sanat eseriyle karşı karşıya tesadüfen gelmediyse ki bu tesadüfen karşı karşıya gelmeler bence sanatta çok azdır. İzleyiciler bilinçli olarak eserleri seçerler. Yani burada, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda bir oyun seyretmek için izleyicinin, gelip burda bir oyun izlemesi gerekir dolayısıyla bu bir seçimdir. Ya da bir kitap alıp okumak için birinin gelişigüzel bir kitap alıp seçtiği çok nadirdir. Gider, bakar; ya istediği bir yazarı alır okur. Ya da istediği bir konuda kitap seçer okur. Dolayısıyla zaten o konuyla ilgili bir merakımız, bir aşinalığımız, o konuya bir ilgimiz vardır. Sanat eserlerine, izleyici, okuyucu ya da alıcı olarak yaklaştığımızda. Ama asıl bizi ilgilendiren şey, o sanat eserinin anlatım biçiminin ne olduğudur. Bizi sanata daha çok bağlayan, bizi sanattan keyif almaya yönlendiren şey onun anlatım biçimidir. Dolayısıyla bir oyunda -Brecht oyunu oynuyorsanız eğer Brecht zaten toplumsal açıdan çok kritik noktaları ele alır- o teksti hiçbir şey yapmadan oynasanız bile-yine brecht örneğini verirsek- Brecht zaten toplumsal olarak çok kritik noktaları ele alıyor. O tekste hiç dokunmadan oynasanız bile seyirci sizin yerinize zaten çok kritik, toplumsal meseleleri algılayacak. Ama o brecht oyununu oynayış biçiminiz, o seyircinin bundan sonraki sanata bakış biçimini, sanata yaklaşım biçimini belirleyecektir. İşte anlatım biçiminden kastettiğim de bu, anlatım biçimi ne kadar sanatsal boyutta nitelik açısından gelişirse bir toplumun sanatı da o açıdan evrenselliğe doğru adım atabilir. Aksi takdirde biz evrensel sanat yapacağız diyip istediğimiz kadar Shakespeare’leri alıp oynayalım. Yani o kitapta yazanın aynısını sahneye taşıdığımız sürece bu bir anlam ifade etmeyecektir. Ama biz shakespeare’i alıp kendi anlatım dilimizi zengin bir biçimde oluşturursak iste o zaman shakespeare’in bizim toplumumuz tarafından algılanışını evrensel platforma taşıyabileceğiz. O zaman da sanatsal arenada bizim bir dilimiz olur. Şu anda dilimiz yok. Ne yazık ki 1940’lı yıllardan beri en çok övünülen şey, -işte efendim devlet tiyatrosu İngiltere’ye gitmiş bir Shakespeare oynamış, aynı onlar gibi, ağızları açık kalmış, Fransa’ya gitmişler bir roller oynamışlar aynı komedi-fransız’daki gibi. Eee? Eee yani? Adamlar yarım ağızla gülerek ‘ulan Türkler geldi burada bir oyun oynadılar, bizim gibi oynadılar’ diyorlar. Halbuki: Türkler burada bir oyun oynadılar, öyle bir anlatım biçimleri vardı ki; Shakespeare’i bizim anladığımızın çok dışında bir sanatsal boyutta ele aldılar ama bize de çok keyif verdiler’ demeleri gerekiyor, bunu oluşturmamız lazım, buraya kadar bu olmalı. Bundan sonrası için Allah kerim bakacağız.

Devlet tiyatrosuna baktığımızda genelde benzer şekillerde Shakespeare, Çehov oynanıyor. Bu seyircinin kendiyle bağ kurmasına engel bir durum değil mi?


Seyirciler Shakespeare oyunlarından sıkılırlar, Shakespeare okumaktan da sıkılırlar. Çünkü Shakespeare’i herhangi bir çağdaş anlatılış biçimiyle, sahneleniş biçimiyle görmüyorlar. Ya da görüyorlarsa da fazla zorlama-hani tam uç örneğinde- aşırı tepeden bakan, kafasına vuracak kadar ‘bak ben yorum yaptım, al sana ulan reji, daha ne istiyorsun’ gibi çok tepeden bakan bir yaklaşımla görüyorlar. Seyirci yine anlatım dili açısından bir ortaklık kuramıyor. Dolayısıyla öyle bir dil yaratılmalı ki seyirci ben shakespeare izliyorum şimdi düşüncesiyle izlememeli, sahnedeki sanat eserinin kendi bütünlüğü içerisinde bir ilişki kurmalı. İster izlediği Shakespeare olsun, ister Haldun Taner olsun, ister Moliere olsun, ister Euripides olsun, ne olursa olsun. Sakat mantık şu: Shakespeare oynuyoruz taytları giyelim, Euripides oynuyoruz hadi maskları takalım, çarşafları geçirelim üstümüze… Bu değil ki! Bakıp kitaba Euripides oynadıkları zaman İÖ500’de böyle oynuyorlarmış. Eee? Bugün de mi öyle oynayacağız? Toplum öyle değil ki. Burası antik yunan değil. Ben öyle değilim. Ben niye sahneye çıkıp onlar gibi davranıyorum? Bugün nasıl anlatmam gerekiyor; Oyun ne anlatıyor? Derdi ne? O derdini nasıl anlatacağım bunu bulmak lazım ve bu estetik dili, bu sanatsal dili ne kadar sağlam ve ne kadar seyirciyle ilişki kuracak biçimde yaratırsak bizim de evrensel arenada kendi sanat dilimizi oluşturmak konusunda adım atmamız mümkün olacak. Şu anda değil. Şu anda hala peruka takıp, taytları giyip, sahneye çıktığımızda Shakespeare karakteri oldum diye düşünen bir tiyatro anlayışımız var. Bunu üzerimizden atmamız lazım.

(Sıla Güven'e desteği ve yardımı için teşekkürler.)