31 Ocak 2015 Cumartesi

Dünya dizeler arasında

İnsanoğlu var olduğu günden bu yana ikamet ediyor yeryüzünde ve idame ettirmeye çalışıyor hayatını bir şekilde. Çoğunlukla öğretilenlerin dışına çıkmadan, sorgulamadan, kendine özgü bir bakış açısı geliştiremeden belki de. Yalnızca verileni alarak, üzerine bir şey katmak için hiçbir çaba sarf etmeyerek. Bu şekilde ‘insan’ olunur mu? Olunmamalı ama olunur. Böyle bir insan ‘şair’ olur mu? Olmamalı ama belki bir raddeye kadar kabul edilebilir. Peki böyle olan bir şair kimse ‘Nazım’ olabilir mi? Olamaz ve olurunun da hiçbir yolu yok. Nazım; bir vezin, bir hikmetli şair, bir ‘Nazım Hikmet’.
Nazım Hikmet, belki de ileride kalem tutacağını bile bilmediği o ellerini ilk kez doğduğunda Selanik’te annesinin yüzünde gezdiriyor. Büyüyüp kanı deli akmaya başladıkça hayatın ona annesinin yüzüne hiç de benzemeyen diğer mücadele dolu yüzünü göstermeye başlayacağını o zamanlar bilmiyor. Çocukluğundan başlayarak ona her verileni en derin anlamıyla anlamak istiyor. 11 yaşındayken Balkan Savaşı yenilgisini düşünüyor, çocuk kalbiyle düşmanın Çatalca’ya girişine isyan etmek istiyor belki de. ‘Feryad-ı Vatan’ diyor o gün yazdığı o ilk şiirine. Ulusal duygularının yoğunluğu ve vatan hassasiyeti o yaşından giriyor Nazım’ın benliğine, bir daha çıkmamacasına. 14 yaşında bir şiir daha yazıyor; “Bir inilti duydum serviliklerde, dedim burada da ağlayan var mı?” diye yansıyor kağıdına dizeler. Sonrasında da ilk yayınlanan şiiri oluyor ‘Servilikler’. Yirmili yaşlarıyla beraber Nazım’ın birçok şiiri ve düz yazıları yayınlanmaya başlıyor artık dergilerde. Öyle içi boş yazılar, amaçsız dizeler olmuyor hiçbiri. Her birinde insan var, insanlık var, sorgulama var, gerçekliğe ulaşma var. Bir süre sonra yazdıkları yüzünden, çeşitli suçlamalarla yargılanmaları başlıyor Nazım’ın. Vatanındaki yaşamının çoğunluğu cezaevlerinde geçiyor. Tüm bunlara karşın şairlik şevkinde hiçbir gerilemeye sebep olmuyor bu mahpusluklar. Aksine ‘hapishanede yatacaklara öğütler’ veriyor;
“Yaşamakta ayak direyeceksin, belki bahtiyarlık değildir artık
  Boynunun borcudur fakat düşmana inat bir gün fazla yaşamak”
diyor umudunu ve inadını hiç kaybetmeden. Çünkü onun için “ En güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız”. Bitmek bilmeyen umudu ve vatan sevgisi onu Nazım yapıyor zaten. Onun özelliği bir şair olması değil, ‘Nazım’ olması. Yeninin peşinde, alışılmışın dışında koşması. Tüm bunları anlamak için Yakup Kadri’nin Nazım Hikmet için söylediklerini okumak yeterli belki de; “ Nazım Hikmet ta Aşık Paşa’dan beri alıştığımız bütün vezin sistemlerini altüst edecek ve Türk kamusunun hudutlarını yıkıp geçecek yeleleri dimdik olmuş şahlanan bir beygir üstünde sıcak ve acayip naralar atarak koşuyor. O, yalnız Türk şiirinde yeni bir çığır açmış bir edebiyat inkılapçısı değil, hiç görmeye alışmadığımız bir şair tipidir.”
Dönemdaşı olan diğer pek çok şair gibi hece ölçüsüyle başlıyor ilk şiirlerinde o da. Batum’dayken Mayakovski ile yolu kesişiyor. Onun şiirlerini gördüğünde dil olarak pek bir şey anlamamasına rağmen biçimde bir sıradışılık olduğunu fark ediyor. Böylece serbest nazımı keşfediyor Nazım Hikmet ve Türk Edebiyatında serbest nazımın ilk uygulayıcısı oluyor. Karışık anlatmıyor hiçbir şeyi. Şiirlerinden hep hayattan çıkma ögeler görürsünüz, karmaşık anlatımlarda boğulmazsınız. Cemal Süreya’nın deyişiyle; “ Düşünceler bereketli bir ırmak gibi çoğala çoğala büyür Nazım Hikmet’in şiirlerinde.” Ne yazıyorsa onu yaşamış bir şair o, ve ne yaşamışsa da onu yazmış. Şiirlerinin sağlamasını hayatıyla yapmış bir şair diyebiliriz ona. Şiirlerinde anlattıklarını, geçmiş, bugün ve gelecek unsurları ile doğal akışında veren bir gerçekliğe ulaşmak istemiştir her zaman. Gerçeklik önemli onun için; insanlığın gerçeği, vatanının gerçeği, hayatın gerçeği. Süslü bir anlatım ya da eserlerinde belli bir kesime hitap değildi Nazım Hikmet’in gerçeği. “ Şaştım, korktum, sevdim ve bütün bunları yazmak gereğini sezdim.” diyordu Nazım. Hissettiklerine kayıtsız kalmayıp, yaşananların üzerini örtme yoluna gitmeyip aksine her farkındalığının altını deşerek yüzeye çıkarıyor o yazdıklarında. İlk sevdiği kadına, gözleri siyah o kadına, şöyle sesleniyor dizelerinde;
 “ Bir dakika göğsünün üzerinde olsa yerim
   Ömrümü bir yudumda ellerinden içerim.”
“Sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım.” diye itiraf edebiliyor şiirinde. Ağır basan sadece ulusal yanı değil, içinden taşan yalnızca vatan sevdası değil, bir kadına da sevdası var Nazım Hikmet’in. Bir mektuba, bir odaya, bir kâğıda, bir kaleme… Sözü geçmişken, onun kağıdı ve kaleminden çıkan bir başyapıttan bahsedecek olursak kimin aklına ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ gelmez ki? Sadece bir şiir kitabı değildir o, elbette şiir unsuru var içinde, hatta kafiye bile; ancak aynı derecede nesir ve tiyatro eseridir de içeriği. Öyle ki ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ Ankara Sanat Tiyatrosu’nda Rutkay Aziz’in uyarlaması ile sahneye de taşınmış ve bir tiyatro oyunu olarak sergilenmiştir. Şiir ve hatta düz yazıdan sonra, tiyatro metinlerinde de Nazım Hikmet ruhunu hissedebilmek mümkün olmuştur böylece.
‘Memleketim’ diyor Nazım Hikmet. Memleketine çok hasret kalmış çünkü zamanında.
“Memleketimi seviyorum.
  Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım.
  Hiçbir şey gideremez iç sıkıntımı
  Memleketimin şarkıları ve tütünü gibi”
Memleket sevdası ve hasretiyle yazdığı bu satırlar hak ettiğinin aksine onun üzerine memleket düşmanı damgasının yapışmasına sebebiyet vermişti. Ama bu akıl almazlığa da cevabı olmuş Nazım Hikmet’in. İsyan etmemiş, ‘ben vatan düşmanı değilim’ dememiş belki ama;
“Siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz
  Ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim” demiş.
“Vatan kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
  Ben vatan hainiyim” demiş. Ne de güzel demiş.
Nazım Hikmet’in vatan sevgisinin temelinde insan sevgisi yatmakta esasen. Hal böyle olunca ondaki bu sevda sadece milliyetçi bir sevda olarak kalmamış kalbinde ve satırlarında. Dar sınırlara hapsolmuş değil ufku, eli kolu dünyanın her yanına yetse keşke istiyor. “ En sevdiğim memleket yeryüzüdür, sıram geldiğinde yeryüzü ile örtün üzerimi” diyecek kadar da evrensel duygular taşıyor. Safi kendi vatanının meseleleri değil onun kalemini oynatan. ‘Kız Çocuğu’ diyor;
“Hiroşima’da öleli oluyor bir on yıl kadar,
 Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar”
Kendi vatanını, kendi insanını sevdiği gibi o kız çocuğunu da seviyor. Yazmayı seviyor, düşünmeyi seviyor, uzun yıllar hasret kalmak zorunda bırakılmış da olsa vatanını seviyor, dilini seviyor. “ Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum.” diyor. Türkçe onun dizelerinde, onun anlatımında bir başka tadda. Hem alabildiğine yalın ama aynı zamanda düşündüren, hem herkesin bildiği duygular ama onun kaleminden çıkınca bambaşka duygular hissettiren...
“ Ben bir insan,
  Ben Türk şairi, komünist Nazım Hikmet ben,
  Tepeden tırnağa iman,
  Tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret ben...”
En başından beri diyoruz ya; o bir ‘şair’. Belki de değil, belki de aslında o bir ‘şiir’; şairi memleketi olan...


ELİF BUYURGAN

Dinazorlarla Savaşmak

41  yıllık  yaşamında  daha  18  yaşındayken   başlar  dinazorlarla  savaşmaya .Liseyi  yarıda   bırakıp  tiyatroya  ilk  adımlarını  Ankara  Deneme  Sahnesiyle  atar.Bir  yandan  o  dönemin  Halkevleri'nin  tiyatro  kurslarına  katılır. 1962  ve  1963  senesinde  konservatuar  sınavlarına  girer,  ağız   yapısının  uygun  olmamaması sebebiyle  alınmaz. Çocuklarını her  dışarı  çıkarışında  ‘dinazorlarla   savaşmaya  gidiyoruz’ diyen  Erkan Yücel  vazgeçmez  tiyatrodan Daha sonra gayet   saçma  bir  şekilde reddedildiği  konservatuarın bir üst basamağı olarak sayılan Devlet Tiyatrosu'ndan teklif  alır fakat kabul etmez.Tiyatro   yaşamına   yaklaşık  10 yılını  geçireceği   Ankara    Sanat   Tiyatrosu’nda   devam  eder.Burada   rol  aldığı  AYAK  BACAK FABRİKASI ve KİLİMANJARO'YA TEK  BAŞINA  TIRMANMAK  adlı   oyunları  ile  dünya  çapında  tanınır.12  mart  döneminde  sergiledikleri   HİTLER  REJİMİNİN  KORKU  VE SEFALETİ  adlı  oyun  nedeniyle  15 yıl  hapse  mahkum   edilir, iki yıl yatıp çıkar.
         Erkan  Yücel’in  kaliteli  duruşunun  yanında  ek  bir  duruşuda  ideolojik  yapısıdır.Bu   sebepten   dolayı  AST’tan  ayrılır.İlk   once  Devrimci  Ankara  Sanat  Tiyatrosu’nu   daha  sonra   da  Halk  Oyuncularını  kurar.Ve  tiyatroya  Çağdaş   Sahne’de  -şimdiki   Şinasi  Sahnesi -  ve  gençlik   parkında  açık  hava  tiyatrosuyla  devam  eder.Zamanın  seyirciyle,politik   havanın  en yoğun   dönemin  tiyatrosuyla   açık   havada  tiyatro   yapmak;sanatı insanlara   bu  kadar  güzel  anlatmak,tanıtmak  ancak  Erkan Yücel’e  yakışır   bir  durumdur.
       Erkan Yücel ‘in  tiyatro  dünyasına  girmek  1 saatlik  prova  izlemekle  mümkün  değildir  tabiki. Hergün  provada  sabah  9’dan  akşam  6  ya  7  ye  kadar  text  elinde  bekleyen  çıraklara   bir  sınav  niteliğindedir  tiyatroya  olan  disiplin   anlayışı. Saatlerce  onu  sahnede  izlemek , onun  sanat  anlayışına  bir  göz  değdirebilmek  için  değerdi  ve  Erkan  Yücel ‘in  çıkaraklarına  yakışır  bir  durumdu  beklemek. 
         Erkan Yücel   adını   sadece  tiyatroda   devleştiren  bir   oyuncu  değildir;  sinemada  da kendini  uluslararası  bir   boyutta  tanıtmış  bir aktördür.Yılmaz  Güney  ve  Şerif  Gören  yönetmenliğindeki  ENDİŞE  filmiyle ; San  Rome  Film   Şenliği  ve  12.Antalya  Film Festivallerinde  en  iyi  erkek  oyuncu  ödülünü  alır.
        ‘’Erkan  Yücel’i  yolda   yanınızdan   geçse  bu o  mu  diyip  şaşırırsınız  o kadar  mütevazi   bir   adamdı’’  diye   anlatır   eskilerden  bir   çırak.Mütevazilik   dedik   ya  ; uluslararası  bir  filme  (F.G.LORCA  KANLI  DÜĞÜN; FEDERİCO FELLİNİ yönetmenliğinde)   hazırlanan   Erkan  Yücel  çıraklarınıda   almak   ister  yanına.Ve   çırağının   anlatışındaki   heyecanı henüz yaşandığı izlenimini verir. Sanki  zamanda   onların   yanına   geçip  oturmuşuz  gibi, 
çocukken her eve  yolculuğumda pamuk tarlalarındaki cevheri   görüşüm  gibi…
        Ve   böyle  bir  üstad  kaybedilir   bir   trafik   kazasında   Eylül’ün  1985’inde..Ve   artık   hiç  konuşulmaz  sadece  bakışmak   yeterlidir    gerçekten  dinazorlarla   savaşmak  için  
DİLAN GÜNAY

NAZIM

Nazım Hikmet’i ilk defa Kız Çocuğuyla tanıdım. Babam gazete kuponlarından Nazım Hikmet seti almıştı. İlkokuldaydım daha. Şimdi isimlerini anımsayamadığım birkaç şiirini okumuş ama anlamamıştım. O güne ilişkin aklımda tek kalan Kız Çocuğunu okuyuşum ve babama giderek “Hiroşima ne?” diye soruşumdu. Dünyaya hala pembe gözlüklerinden bakan bir kız çocuğuyken Kız Çocuğu şiiriyle tanıdım Nazım’ı. Dünyanın gerçek yüzünü Nazım’la gördüm ben. Şiiri Nazım’la öğrendim, şiiri Nazım’la sevdim. Düşünmeyi, sorgulamayı, sormayı, araştırmayı Nazım’la öğrendim ben.

   Nazım Hikmet 17 Ocak 1902de doğdu. Nazımı vücuden Ayşe Celile doğurdu ama bugün bildiğimiz, bugün okuduğumuz, aradan yıllar geçmesine rağmen mücadelemizde umut ışığı bulduğumuz Nazım’ı Ekim devrimi doğurdu. Evet o zamana kadar dünyanın sorunlarını gören, daha küçücük yaşında annesine Fransız İhtilalini anlattıran bir adamdı o ama, Ekim devrimiyle ayakları yere daha sağlam bastı. Her daim ezilen, sömürülen, haksızlığa uğrayan ve bu uğurda dövüşen halkın sesi oldu. Kalemini her zaman emperyalist düzene karşı halkı aydınlatma amacıyla kullandı ve egemen sınıfın yalakalığını yapan edebiyata her daim karşı çıktı. Kendini adadığı işçi sınıfı savaşı uğruna mapuslarda çürümeyi göze aldı. İlhamını Ekim devriminden, dayanağını Marx’tan aldığı mücadelesini yalnız kağıt üzerinde bırakmadı, işgal karşıtı mücadeleye karşı
savaşmak için Anadolu’ya koştu.
Nazım; hayatının her döneminde halkla yürüdü, halkla ağladı, halkla güldü. Hiçbir zaman dünyanın haline üç maymunu oynayan sanatçılardan olmadı.

Ve dövüşebilirim.
Doğru bulduğum, haklı bulduğum
Güzel bulduğum her şey ve herkes için
Yaşım başım buna engel değil…

1938-1942 yılları arasında kaldığı Bursa cezaevinde Nazım geçen süreyi şöyle anlatıyor: Zeytinlikler beş defa yeşerdi, kestaneler beş defa çiçek açtı, beş defa Yeşil Bursa yapraklarla kuşandı.
Cezaevlerinde geçirdiği 12 yılı aşkın sürede 24 kere yapraklarını döktü ağaçlar, 144 tane dolunay görüldü dünyadan. Bu zaman diliminde dünyayı mapushane duvarlarına sığdırdı, dökülen yaprakları şiirlerine, kaçan dolunayları resimlerine sakladı. Elbet kırgınlığı vardı ama asla pes etmedi. “Güzel günler göreceğiz.” dedi, güneşli günler. İlk şiiri on dördünde yayınlanmış, ilk mahpusluğunu on beşinde yaşamıştı Deniz Harp öğrencisi olduğu zaman. On beşinde de yılmamıştı mahpusluktan, kırkında da.

Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
“Sallansaydım ipin ucunda
                bir bayrak gibi keşke”
                demeyeceksin
Yaşamakta ayak direyeceksin.
Belki bahtiyarlık değildir artık,
boynunun borcudur fakat,
                         düşmana inat
                         bir gün fazla yaşamak.

  Bursa cezaevinde “Baba” derlerdi ona. Kendisinden on beş yaş büyük Selim Ağa bile “Baba” derdi ona. Saygıyla karışık bir sevgi duyarlardı Nazım’a. Tam anlamıyla bir baba sevgisi. Çünkü baba edasıyla kucaklardı insanları. Yargılamadan, küçümsemeden. Cezaevinde adam öldürme suçundan hüküm giyen bir mahkumla yaptığı konuşma Nazımın babacanlığını anlamamız için yeterli olsa gerek: “Otuz sene, eyvah! Hangi suçtan Remzi? İnsan öldürmüşsün ha? Nasıl olur? Kışkırttılar mı diyorsun? Nasıl olur ama? On lira için insana el kaldırmak olur mu, evlat? Elbet, elbet, cahillik, fakat otuz sene yatmak da ne demek! Elbette, sen de insansın. Fakat kendine ne diye kıyıyorsun?”
Bir başka örneği ise, 4 Eylül 1946da yazdığı “Bir Maymunun Başına Gelenler” isimli eserden sonra Sovyet Yazarlar Birliği’nden çıkarılan Zoşçenko’yu Leningratta sergilenen bir oyununa çağırmasıdır. 
Kendisine yapılan bütün haksızlıklara rağmen “İnsanların içindeyim, seviyorum insanları.” diyebilecek kadar babacandır işte.

  Çocuk yaşında bir elinde futbol topu öbür elinde kalem yazdığı şiirlerinde bile büyük bir ciddiyetle yapmıştır bu işi. “Şiir büyük bir sergüzeşte atılmak demektir. Bir büyük ve mesuliyetli sergüzeşt… Böyle bir işi ancak geniş soluklu yüzde yüz inanmış, hudutsuz seven, dövüşen, aklı başında, karınca gibi çalışkan ve görüş sahası kartalınki kadar geniş insanlar başarı ile sona erdirebilir. 19. Asırda Fransa’da şair olmak kolaymış. Ama Rönesans devrinde İtalya’da şair olmak çok zor şeymiş. Bugün de bir Rönesans devrini yaşıyor hem dünya hem memleketimiz. Bundan kolayı şairlik şimdi kolay iş değil.” diye anlatır şiir yazmanın ciddiyetini. Bütün hayatını büyük bir coşku ve ciddiyetle yaşamış bir adamın sanatını ciddiyetsiz yapması zaten beklenemez. Şiirleri hayatı anlatma biçimi olan Nazım elbette ki ciddiyetle yaşadığı hayatını ciddiyetle yazdığı şiirleriyle aktaracaktı dünyaya. Yaşamaya Dair’de de dediği gibi:
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
                       bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
                                    insanlar için ölebileceksin,
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
                        hem de en güzel en gerçek şeyin
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
                                      yaşamak yanı ağır bastığından.


  Yarım asırlık ömrünü tamamlamasına bir yıl kala er olarak askere çağırıldı. Yükümlülüğünü yerine getirmesi değildi elbet amaç. Bir başka komplo teorisiydi. 23 yaşındaki genç arkadaşı Bulgaristan’a oradan da Moskova’ya kaçmasına yardım etti. En ihtiyacı olduğu anda Nazım’a yardım eli uzatan bu adam Refik Erdurandı. Geride bir eş,  2.5 aylık bir çocuk ve bir daha göremeyeceği bir memleket bırakmıştı.

Kimi insan otların, kimi insan balıkların çeşidini bilir
                                               ben ayrılıkların.
Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
                                               ben hasretlerin.

  Türkiye’de cezaevlerinde çürümeye bırakılan, komplo teorileriyle ülkeden kaçmaya zorlanan Nazım, Rusya’da gittiği her yerde alkışlarla karşılanıyordu. Kıymet bilmez bir memleket oluşumuzun kanıtıdır bu da. Ve 15 ağustos 1951 günü Menderes hükümetinin kararıyla Türkiye vatandaşlığından çıkarıldı gerekçe ise “Vatan Hainliği” idi.  Bu karara yıllar sonra öfkeyle cevap verecekti.

Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
           hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
                            ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

  Hapishane duvarlarında, memleket özleminde kaybetmediği yaşama sevincini 3 Haziran 1962 günü elinde gazetelerle, yüzünde huzurlu bir ifadeyle başka diyarlara götürdü. Türkiye gazetelerinde yalnız şu dört kelime yazdı: “Nazım Hikmet Moskova’da öldü.” Rusya’da Yazarlar Birliği salonunda büyük bir törenle yüzlerce insan veda etti Baba’ya. 

  Ölümünden sonra Konstantin Simonov sayesinde bir şilebe adı verildi. Nazım Hikmet adı açık denizlerde, büyük limanlarda dolandı. Evinin dışına konulan Nazım Hikmet plaketi ve Moskova-Novodeviçi Mezarlığındaki mezarına yapılan anıt sayesinde ölümünden on yıllar sonra bile bir parçası burada bizimle kaldı.

  Nazım Hikmetin edebiyat dünyasına daha da önemlisi insanlık dünyasına yaptığı katkı anlatılamayacak kadar derindir. Ama o yalnız kendi eserleriyle değil, yetiştirdiği, elinden tuttuğu sanatçılarla da hayatlarımıza girmiştir. Mehmet Raşiti (Orhan Kemal takma adını kullanır) yazın dünyasına kazandıran Nazımdır. Aynı hücrede geçirdikleri mahpus dönemlerinde ona yol göstermiş, bakış açısını genişletmiştir. Orhan Kemal Nazım Hikmet için “En fevkaladeliği her durumda özünü korumasıdır. O her haliyle insan kalıyordu.” der.

  Vera’ya yazdığı şiirle, yüzlercesinin arasına sonuncuyu ekleyerek gitti.

Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana

Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm
 
Deniz Akdeniz





Tarlabaşı’nda bir ben varım, bir senin yokluğun

Asaf Çiyiltepe (1934-7 Haziran 1967)

Ast’ın kurucusu olarak kabul edilen Asaf Çiyiltepe, gençliğinden beri amatör tiyatrolarda yer alır ve politik tiyatroya ilgi duymaya başlar. Ancak asıl olarak Fransa’ya gittikten sonra 60’lı yıllarda tüm dünyayı saran politik tiyatroyla tanışma fırsatı yakalar. Fransa ona çok şey katmıştır, Fransa da Fransa halk ulusal tiyatrosunda çalışır ve bu hareketin içinde bulunur. Aynı dönemde Fransa’da reji asistanlığı yapar ve buradan aldığı birikimle Türk çağdaş politik tiyatro hareketini başlatır.
 Fransa’dan Türkiye’ye döndüğünde kendi gibi dinamik, kültürlü tiyatrocuları toplar ve İstanbul’da Arena Tiyatrosu’nu kurarlar. Bu adım günümüze kadar da devam edecek olan devrimci, politik tiyatro oluşumunun ilk adımlarıdır.
 Uzun ve zorlu çalışmaların sonucunda Alfred Jarry’nin yazmış olduğu ‘Übü’ oyununu ilk oyun olarak Arena Tiyatrosu’nda sergilerler. Bu oyun İstanbul seyirci tarafından büyük bir beğeni kazansa da Arena Tiyatrosu’ndan ayrılmalarına neden olur. Bundan sonra yolumuz hep aynıdır, diyerek ‘Übü’ oyunuyla turneye çıkarlar ve Ankara seyircisiyle buluşurlar. Ankara sanatsal ve kültürel iklimi ile onları kucaklar ve Ankara’da, ilk adı Ankara Sanat Topluluğu olan AST’ ı kurarlar. Artık sanat yolculuklarına Ankara’da devam edeceklerdir. Yine uzun ve zorlu çalışmaların ardından “yeni tiyatro her şeyden önce bir ‘dışlamadır’ tepkidir” diyerek ‘Godot’ yu Beklerken’ adlı oyunu sahneye koymuşlardır. Asaf Çiyiltepe, bu oyunu seçmelerinin sebebini “Ankara Sanat Topluluğu, Godot’yu tiyatro sanatımızın gelişmesi için araştırıcı bir unsur olarak kabul ediyor ve giderek tiyatroseverlere bu yoldan yararlı olacağımıza inanıyor.” diyerek açıklamıştır.
  Asaf Çiyiltepe, toplumcu, devrimci tiyatro anlayışını sadece sahne üzerinde değil, çıktığı turnelerde yaşadıkları olaylara karşı yaklaşımıyla da göstermiştir. Öyle ki bunu ‘Ayak Bacak Fabrikası’ oyunuyla çıktıkları turne de Elazığ’ın Maden ilçesinde yaşadıkları olayda da görürüz. Yine bir turne sırasında Elazığ’ın Maden kazısana oyunu sahnelemek için giderler. Oyunu başlamasına çok az vardır ve salonun dışı tıklım tıklım işçilerle doludur, ancak içeride 3, 4 kişi vardır. Bunu üzerine Asaf Çiyiltepe durumu anlamak için sorar. Salonda erlerini almış oyunu bekleyen 3, 4 mühendis, “Siz oynayın oyunu yalnız biz izleyeceğiz, paranızı da vereceğiz.” der. Asaf çiyltepe de, “Biz buraya işçiler için geldik, eğer kapılar açılmazsa oyunu oynamayız.” der ve bunun sonucundan kapılar açılır oyun oynanır ve oyun işçilerin büyük alkışıyla son bulur.
 Daha sonraki süreçte de Asaf Çiyiltepe, ‘Ölü Canlar’, ‘Sultan Gelin’, ‘Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi’ gibi oyunlar sahneye koyar, kimi oyunlarda da rol alır.1967 de ise yine Ankara Sanat Tiyatrosu’nda Orhan Kemal’in ‘72. Koğuş’ adlı oyununu sahneler. Bu oyun sanatseverler derneğince yılın en iyi oyunu seçilmiştir.
Çiyiltepe, hem sanatçı duruşuyla, hem toplumcu bakışıyla, hem de oyunlardaki rejisiyle büyük övgüler alır. Maalesef Çiyiltepe, oyunun üç sezon boyunca sahnelenerek 140 bin kişi civarında seyirciyle buluştuğunu göremeden, 7 Haziran 1967 de bir turne seyahati sırasında geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybeder.
  Çiyiltepe, tiyatro yaşamının yanı sıra şairliğiyle de tanınan biridir. Şiirleriyle İkinci Yeni akımı içinde yer almış ve şiirin yanı sıra yazıları da Yenilik, Mavi ve Yeditepe gibi dönemin önemli dergilerinde yayımlanmıştır.
1957 de ise Yunus Nadi ödüllerinde en iyi şair ödülünü almıştır.

Tarlabaşı’nda bir ben varım, bir senin yokluğun


Bu Tarlabaşı’nda gece bir ben varım bir senin yokluğun

İnsanların yüzünü görmeliydin çevrede

Harpler yeniden başlamış sanırdın.

Bir şeyler anlatman gerekir bu saatten sonra
Yaşatman gerekir
Şarkı gibi ses gibi değil
İlk defa seni kattım gidilene dönülene
İlk defa sana ermek var
İlk defa seni anmak var
Artık bıktırdı tek başına hürlük
Gerçekten doğru bil söylediklerimi
Bu Tarlabaşı’nda gece bir ben varım bir senin yokluğun.

Harpler yeni bitmiş sanırdın
Daha bir ışık kalmadı
Tarlabaşı’ndan denize yolladığım uğultu
O kadar çoğaldı bu yaşayamadıklarımız


Asaf Çiyiltepe

Sıla Güven - Çetin Özpınar