31 Ocak 2015 Cumartesi

WERNİCKE KORSAKOFF

Üç yıl oldu. Üç yıldır kimseye bahsedemedim. Belki korkak diyeceksiniz, evet belki de korktum. Hâlâ dün gibi hatırlıyorum. Kurum bağlamış perdenin aralığından yastığıma vuran gün ışığıyla, yazdan kalma güneşli ve güzel bir pazar sabahına uyanmıştım. Neredeyse iki gündür doğru dürüst bir şey yememenin verdiği halsizlik ve baş ağrısıyla,  sıcak simitle bir dilim beyaz peynir almak için, kendimi sigara külü ve alkol buğusuyla kaplı köhne odamdan dışarı atmıştım. Dış kapının eşiğinden dışarıya doğru, ayakkabılarımı bağlamak için eğildiğim sırada fark ettim onu. Kapının önünde öylece uzanmış duruyor, kapkara olmuş avucunda, yuvasından başını dışarı uzatmış güvercini andıran beyaz bir zarfı sımsıkı tutuyordu. Kafası, üzerine muşamba geçirilmiş bir heykel gibi solgun ve biçimsizdi. Biraz dikkatli bakınca, çok da yaşlı olmadığı, hatta genç sayılabilecek yaşta bir delikanlı olduğu anlaşılıyordu. Dilencilere para vermek gibi bir âdetim olmasa da, karşımda duran hastalıklı surat bir an içimi burktu. Tam elimi cebime atmış, dünkü şaraptan artan bozuklukları arıyordum ki, neredeyse tamamı kemikten elleriyle, avucunda sımsıkı tuttuğu zarfı ani bir hareketle bana doğru uzattı. Ne yapacağımı bilemedim. Elindeki zarfı önüme uzatmış, derinlere gömülmüş gözlerindeki şaşkın ifadeyle gözlerimin içine doğru bakıyordu. Parmak uçlarıma kadar ürpermiş haldeydim. Elimi yavaşça cebimden çıkardım, uzattığı zarfı alıp almamakta ilkin tereddüt ettim. Hâlâ gözlerimin içine bakıyordu. Zarfı, usulca elinden aldım. Oldukça buruşmuş haldeydi ve üzerinde yalnızca bir isim yazıyordu. Bir kadın ismi. Gönderen ve adres yoktu. Bana veya apartmandan başkasına gelmiş olamazdı. Geri uzattım, almadı.
     Posta kutuma aylardır bakmıyordum gerçi. Apartmana taşındığım ilk iki aydan beridir, kapıcı, yöneticiyi de ardına takıp posta kutumu boşaltmam ve çöpleri zamanında bırakmam için sayısız kere şikayete gelmişti. İlk zamanlar bana karşı korkuyla karışık saygı besleyen apartman ahalisi, rutine bağlanmış hayatımı ve sıradanlığımı fark ettikçe, iyiden iyiye  kafayı benle bozmuştu. İyi de bana neydi bilmemne sağlık merkezinin avantajından, düttürü dönercinin acı sosundan, overlokçudan. Kaç defa demiştim kapıcıya, posta kutusunda ne varsa çöpe at diye. Fakat kapıcı, bana posta kutusunun sorumluluğunu öğretmekte kararlıydı. Neyse ki bu sefer posta, ayağıma kadar gelmişti.  
     Zarfı cebime koyup, köşedeki simitçiyle peşin, bakkalla da veresiye selamlaşarak, bir dilim peynir ve iki tane simitle eve geri döndüm. Geldiğimde,ona bakındım; çoktan kapının önünden kaybolmuştu.Anahtar, çelik kapının üzerinde sallanıyordu. Her zamanki gibi yanıma almayı unutmuştum. Herhalde eve girmeye cesaret etmemiştir diye düşündüm, fakat o an için korkmadım da değil. Eve girdiğimde, bir soğukluk çarptı yüzüme. Kıştan kalma serinlik evin içine hapsolmuş, ardı ardına düşen cemrelere, her gün parıldayan güneşe rağmen ev bir türlü ısınmıyordu. Doğalgazın kesilmiş olmasının da etkisi vardı şüphesiz. Bereket ki elektriği henüz kesmemişlerdi. Böyle giderse son fokurdanışlarını yaşayacak diye düşündüğüm ısıtıcıya çay suyu koydum. Topallayan masanın başına oturup, simidi ve peyniri poşetinden çıkardım. Sigara paketini almak için elimi cebime attığımda yere bir şey düşürdüğümü fark ettim. Bakmak için eğildiğimde, delikanlının verdiği zarfın,  masanın topal ayağının önünde, ölü bir güvercin gibi uzandığını gördüm. Bir anda içimi gereksiz bir merak ve heyecan kapladı. Zarfın bana neden verildiğini bilmiyor, zarfı neden aldığımıysa daha bir bilmiyordum. Suyun kaynamasına daha çok vardı,  açıp okumaya karar verdim. Sıkı sıkıya yapıştırılmış ağzını özenle açtım. Tamamı el yazısıyla yazılmış birkaç sayfalık bir mektup çıktı karşıma. Okumaya başladım. İlk sayfanın başına bir not iliştirilmişti:

  Altı nolu hücre. Sabah. Veya akşam. Burada pek fark etmiyor. Tek fark ettiren gardiyanlar. Sabah arıyorlar, akşam sayıyorlar. Sürgü sesi. Yemek tabağı uzanıyor. İçine işeyip geri uzatıyorum. Küfürler, küfürler analı avratlı, küfürler… Küfürler bacılı, ırzlı, ecdatlı. Kollarımdan tutup zorla sürüklüyorlar. İğneler kollarımı oyuyor. Savuruyorum kollarımı, kanıyor. Damarlarım yırtılmak üzere. Kollarım mosmor. Kalemi elimde zar zor tutuyorum. Havalandırma yasak. İyi ki diyorum, önceden çayların şekerlerini biriktirmişim. Şekerleri suya tek tek atıyorum. Bedenimi ölüme yatırdığım günden beri elli sekiz gün geçti. Bilincim günden güne bulanıyor. Her şeyi teker teker, unutmadan, taa en başından anlatmak istiyorum. Birileri görsün artık, birileri artık duysun!

 ****

    Cebeci’den sonsuza uzanan yolun ortalarındayım. Sağ yanımda, gittikçe betonlaşan, betonlaştıkça taşeronlaşan, bir zamanların parkalı gençlerinin toplanma mekânı, güzel mi güzel Kurtuluş Parkı. Gelinlik kız gibi hazırlanmış bahara. Şöyle iki dakika bir banka oturup serçe çığlıklarıyla kaplı ağaçların kokusunu içime çekmek vardı şimdi diyorum. Amma velâkin bu mevsimde gidip soluklanmak uygun düşmez; hasta eder adamı. Yağmur henüz dindi, yerlerde birikintiler, birikintilerde bulutlar… Bulutlara basarak yürüyorum. Çocukluk özlemimdir, her çocuğun özlemidir belki de, bir gün uçaktan atlayıp bulutlara dokunmak. Meğerse bir bahar yağmurunda saklıymış bu düş. Bulutlar, ben bastıkça kararıyor, bulanıyor ve yok oluyor. Seke seke birinden öbürüne atlıyorum. Oyunu biraz fazla abartmış olmalıyım ki, paçalarım benek benek olmuş. Yoldan geçen bir iki kişinin ters ters bakması da tesadüf değilmiş anlaşılan. Demek ki onlara da bulutlardan sıçramış. Böyle yağmurlu havalarda en çok sigarayı özlüyorum. Üç kuruş çıkar uğruna yitirilen dostluklar, dostlar vardır ya hani, hep özlersin ama bir yandan da kızgınsındır. İşte öyle bir özlemek, hele bulutların üstündeyken, daha bir özlemek. Kaldırımda dizili ağaçlar –belki sadece bu gri şehirde bu kadar anlamlıdır ve belki ben sırf bu yüzden Kumrular Caddesi’ni daha bir sevmişimdir- bulutların görevini devralmış, bulutlardan daha sakince, Avrupa’dan ithal Ankarataşı ile döşeli kaldırımların üzerine damlıyorlar…
    Derken bir irkilme… Kafamı kaldırıyorum; mavili. Mavililer, biraz tazyikli su, biraz da organik biber gazıdır bu gri şehirde. Çarpışıyorum maviliyle; önce kirli sakallarım, sonra yeşil parkam, cebimdeki bol sakallı kitap ve nihayetinde yorgun gözlerim, toslaşıyoruz. Bu mavili henüz robokopluktan yana evrimini tamamlayamamış, yarı insan hâlâ. Hüvviyet soruyor, kafa kâğıdı yani. Cüzdan derler cüzdana sığmayan, ard cebinden başka bir yerde durmayan, dini Müslüman olan, plastik kaplı bir kâğıt parçasıdır ki, evvelden beri içim ısınmamıştır kendisine. Başıma geleceklerden habersiz, yok diyorum maviliye, sevmem taşımayı diye de ekliyorum. Bakışları, biz sevdiririz diyor. Mavililerin öyle de bir özelliği var bu topraklarda. Bayrağı, vatanı, milleti, hatta nüfus cüzdanını, aklına ne gelirse bir anda sevdiriyorlar. Daha düne kadar tüm sokak başlarını tutan binlerce Celali bir anda kaybolmadı ya, onlara da sevdirdiler demekki. Misafire yol gösterir gibi açıyor kapısını ekip otosunun ve bu andan itibaren, bu dünya evinde misafir olan bir serkeşin misafirliği sona eriyor. Lakin o anda bunun farkında değilim henüz. Ve bir 4 yıl da farkında olmayacağım kuşkusuz. Kısa sürdü fakat olsundu, misafirliğin kısası makbuldür hem.





****
         
    Mektubun arka sayfasını çeviriyorum. Yazılar yer yer silikleşiyor. Sağ üst köşeye iki dize asılmış, öylece duruyor:
            ‘’Borcum yok, bozdurdum ömrümü
              Gençliğim düştü payına.’’
  ****
    Biniyorum ekip otosuna arka kapısından. Bizim de var aynı modelinden bu arabanın, bayramdan bayrama eve el öpüp harçlık istemeye gittiğimde, anarşist diye adımız çıktığından mütevellit rica minnet binebildiğim. Fakat bu ekip otosu, ne bizim pederin gözü gibi sakındığı arabasına benziyor, ne de dizilerde gördüğüm diğer ekip arabalarına. Arka koltuklar yerinden sökülmüş, yerine sağlı sollu oturaklar yapılmış, ön iki koltuk da çelik bir kafesle arka bölümden ayrılmış, kümesten bozma bir garip ekip otosu. Tavuk gibi tünüyorum en köşesine. İçinde yankılanan ve hiç bitmeyen anonslar, anonslar… Bunlar da civcivlerin yakarışları olsa gerek:

      Hışşş, diiiit diiiit….hışşş..olay yerine ulaştık, tamam…,hışşş…dirırı…hışşş…tüp ekiplerin dikkatine..hışşş…bağlarbaşı mahallesi huzur sokak 16’ya 2, lale apartmanı, hırsızlık ihbarı…hışşş…anlaşıldı….hışşş…kurtuluş parkı kolej meydanı yakınlarında iki şüpheli şahış…dirırı…anlaşıldı merkez…hışşş…

  Mavililer yoldan iki kişi daha çeviriyorlar. Kümese doğru iki tavuk daha yaklaşıyor. Anlaşılan burada küçük bir çiftlik kurmakta kararlılar. Başımı pencere camına dayıyorum. Bu getirilenlerin teni benimkinden biraz daha koyu, kolları da vişne ağacının dalları gibi, kuru. Saçları, her ikisinin de, sıkı dokunmuş halıdan daha gür, kapkara ve kıvırcık. Sakalları da öyle. Yalnız birisinin burnu, öbürüne göre daha irice. Diğerinin de alnında siyah bir leke. “Yok” diyorlar, “ binmeyiz.” “Yok, alamazsın!” “Hayır”. O sıra bir kızılca kıyamettir kopuyor. Bir anda her yer masmavi oluyor. Simitçisi, saatçisi, şemsiyecisi, çakmakçısı mavi...Heryer masmavi. İki kara kuru adam, birbirine aşılanmış vişne ağacını andırırcasına sırt sırta veriyor ve kocakarı fırtınasına kapılmış gibi oradan oraya savruluyorlarr. Mavililer gittikçe kuşatıyor iki adamın etrafını. Kollarına, bileklerine, boyunlarına, bacaklarına, sarmaşık gibi tutunuyorlar. Burnu irice olan bağırıyor:
  - Disa disa serhıldan, disa di.. ..sa..ımmmpp..ss.. berx..mhh..hedan!
   Mavililer bu dağlı diliyle söylenmiş sözlere oldukça sinirlenmiş olacaklar ki, burnu irice olanın suratının ortasında, nerden geldiği belli olmayan bir yumruk patlıyor. İrice burundan, heybetine yakışır şekilde, alabildiğince kan boşalıyor. İki adam birden, girdaba kapılmış gibi, mavililerin arasında kayboluyor.
   Yanıma bindirildiklerinde yarı baygın haldeler, yüzleri mosmor olmuş ikisinin de. Biraz yağmur, biraz melemen, biraz da organik biber gazı kokuyorlar. Burnu irice olanın çenesinde domates kabuğu asılı kalmış. Evden ayrılmadan önce keyifli bir kahvaltı yapmışa benziyorlar; hararetliydi de anlaşılan…Domates kabuğuna bakarken dalıyorum: Gazete kağıdı üstünde buğusuyla bir demlik çay, çıtır ekmek, zeytin çekirdekleri. İçine altı tane soğan doğranmış melemen tavası tam ortada. Çay..sigara...çay…sigara..Burnu irice olan löpür löpür yutmuş melemeni, iyi çiğnememiş, belli. Hısımı da melemeni yapan olmalı. Domates kabuğunun arkadaşının suratında aşağı sarkan üçüncü bir dudak gibi duracağını bilseydi, kabuğunu soyardı kesin. Belki kahvaltı sofrasında başkaları da vardı. Siz önden gidip etrafı kolaçan edin, biz arkanızdan geliriz dediler kim bilir… Şimdi böyle kara orman tavuğu gibi kafeslendiklerine göre –ki bir ton açık olarak ben de dahil- , kesin bir iş çeviriyor olmalıydılar -ben hariç-. Onların bu haline bakarak, hem kızıyor, hem de kendime şaşıyorum. Nasıl da sorgusuz sualsiz bindim arabaya, oysa onlar nasıl da direndi. Sanki emniyet amiriyim de, şuraları tebdil-i kıyafet bir kolaçan edeyim, sonra beni buradan alırsınız demişim gibi, hiç tereddüt etmeden, gidecek başka bir yerim, beni bekleyen birileri yokmuşçasına atladım hemen.
    Kaygı kaplıyor içimi. Cebimdeki bol sakallı kitap bana kızmış mıdır acaba, teslimiyetçilik midir bu şimdi? Hem hepi topu yıl içinde üç dört izinli(!) gösteriye ortasından-sonundan karışmış olsam da, hatta birkaç defa sulanmış, gazlanmış ve coplanmış olsam da, bunlar içeri alınmam için suç teşkil etmezdi ki? Neden boşuna direnip, kendimi suçlu gibi göstereyim? Gerçi, yaklaşık bir yıl önce iki arkadaşım, evinde çizgi film kasedi ve şemsiye bulundurmakta, ziraat kampüsünden Sincan kampüsüne; hayat okuluna dikey geçiş yapmışlardı. 6 ay sonra, şemsiyenin patlamadığı, kasetin de bomba yapımında kullanılamayacağı anlaşıldıktan sonra, tekrar ziraat kampüsüne nakledilmişlerdi. Sanırım şemsiyenin halen patlayabileceğini, kasetin de bir ihtimal bomba yapımında kullanılabileceğini düşünen iddia makamı, kaçma şüphesini ortadan kaldırıp, arkadaşların tutuksuz yargılanmalarını istemişti. Demek ki 6 ay önce kaçma şüphesi olan arkadaşlar, savcılığa göre artık kaçamayacaklardı… Neticede savcıydı, bir bildiği vardı elbet!
     Bu arada, zarbolar ön koltuktaki yerlerini çoktan almış, aralarında bir şey tartışıyorlar. Çelik kafesin aralıklarından onları gözetliyorum. Şoför mahallinde oturanın saçları ortasından dökülmeye başlamış. 2B arazilerini andıran bir açıklık oluşmuş tepesinde. Hem havadar, hem ormanlık. Parmağındaki alyansın sadeliğine ve matlığına bakılırsa uzun süredir de evli. Evli ve iki çocuk babası, tepesinde kaçak yapılaşma olan bir mavili bu. Hayır, kesin üç çocuğu vardır. Evet, evet… Kafasını sağa doğru çeviriyor bir an, dudağının üstünde, yeni biçilmiş çimleri andıran, efendisine sadık bademi, dile gelip beni doğruluyor: üç çocuk diyor badem, iki kız bir oğlan. İki kızla cenneti, bir oğlanla da cemaatteki geleceğini garantilemiş anlaşılan. Onun yanında oturan ki kendisi çarptığım zarbo olur, diğerine göre daha genç ve iri yapılı. Paketinden bir sigara çıkartıp yakıyor. Badem, sinirli ve ders verme edasıyla bakıyor yanındakinin dumanlı ağzına. Genç olanın gözleri, bademin tepesindeki açıklığa dikiliyor. Badem, tövbe çekerek kontağı çeviriyor. Genç olan da, dumanlı ağzıyla telsize üfürüyor:
        
kırk-onbir merkez…hışşş…dııııt…kırk-onbir merkez dinlemede…hışşş..kurtuluş parkı civarında 3 şüpheli şahış gözaltına alındı…hışşşş…tamam…anlaşıldı kırk-onbir…

  İçinde bulunduğum durumun vehametine dalıp gitmişken, hayat boyunca üstümden atamadığım cenabetliğim geliyor aklıma; gülümsüyorum. Karşımda oturan kara-kuru adamlardan burnu irice olanı -henüz ayılıyor- mosmor olmuş yüzüyle gazdan kızarmış gözlerini bana dikerek baygın baygın bakıyor ve okkalı bir küfür savuruyor. Karşılık vermiyorum. Başımı önüme eğiyor ve yerde oluşan kan, kusmuk, belki de sidik lekelerinin oluşturduğu dalgalanmalara bakıyorum. Yağmur sonrası, arabalardan akan yağın-mazotun oluşturduğu mavi ve yeşilin tonlarında oluşan renk cümbüşlerini andırıyor. Dalgalar, pabuçlarımızla getirdiğimiz yağmur suyuyla oluşmuş birikintilerinde, yer yer canlanıyor. Birikintilerde bulutları arıyorum, görünmüyorlar. İkisi kanatlarından bağlı üç tavuk, kafesin içinde, bir bilinmeze doğru götürülüyoruz. (O zamanlar anlam veremesem de, şimdi anlıyorum, burnu irice olanın bana neden sayıp sövdüğünü. Ellerime kelepçe takılmasına lüzum görülmediğinden, beni kendilerine saldıran mavililerden birisi zannetmiş olacak.)
      Araç bir iki sigara içimlik mesafe kadar gittikten sonra duruyor. Yolculuk tahminimden kısa sürüyor. Arka kapı sağlı sollu, hızlıca açılıyor. Bir yığın üniformalı, kodaman ırkına mensup kabilenin tanrılarına adanmak üzere götürülen kurbanlar gibi, yaka paça tutup üçümüzü birden araçtan çekiştirerek indiriyorlar.
       Üç harfli bir kısaltmadır TEM, üç harfliler gibi, adını anmak korku ve tedirginlik getirir, zira sadece otoyol ismi değildir. Celali isyanlarına dek uzanan Anadolu halkının asiliği karşısında TEM, karınca yuvasının önüne örülmüş örümcek ağı gibidir. Ne de olsa asırlardır yağmalanan topraklarımda hak arayışına düşmüş eşkiya sayısı bir hayli fazladır. Henüz neden bu şubeye getirildiğimi anlamamışken, onca itiş kakışın arasında, doktorundan hademesine kadar organize olmuş bir çarkın içinde buluyorum kendimi. Üçümüzü önlerine katıp kapı kapı dolaştırıyorlar. Bu sefer ben de kelepçeliyim.Kapıdan girer girmez bütün fazlalıklarımızı üzerlerimizden alıyorlar.Burnu irice olan, girdiğimiz kapıların birindeki beyaz önlüklü bir adamdan darp raporu istiyor, yanımızdaki üniformalılar, pişkin pişkin darp etmediklerini söylüyor, henüz diye de ekliyorlar. Ben ise araya girip bir iki kez durumumu anlatmaya çalışıyorum; sen de aranıyorsun, listede adın var diyorlar. En iyisi hiç kurcalamayayım, nasılsa çıkar kokusu deyip susuyorum. Bir müddet dolaştırıldıktan sonra, tekrar bir kafese kapatıyorlar. Bu seferki kümesimiz duvarlarla örülü ve üç kişiden biraz daha kalabalığız. Benle beraber gelen iki adam, girer girmez içerdekilerle kucaklaşıyor. Birbirleriyle dağlı dilinde, omuzlarına vurarak bir şeyler konuşuyorlar. Arada bir de öfkeleniyorlar. Burnu irice olan,  yanıma yanaşıyor ve diliyle dişinin arasından kusura bakma diye mırıldanıyor. İçine düştüğüm durumun şokunda neyi, niçin dediğini o an anlayamadığımdan, olur öyle deyip geçiştiriyorum. Amacım bir an önce buradan dışarı kapağı atmak. Burnu irice olan henüz köşesine çekilmişken, yanıma benden taş çatlasın dört beş yaş küçük kahverengi hırkalı bir çocuk yanaşıyor. Yüzünü sanki bir yerden hatırlıyor gibiyim ama tam çıkaramıyorum. Elini uzatıyor, şaşkın bir halde tokalaşıyorum hırkalıyla.
           “Abi geçmiş olsun, seni de mi aldılar?’’ diye soruyor.
            “Evet’’ diyorum, “beni de aldılar.” Meramımı anlatmak için hiç de istek duymuyorum. Hele ki ne idüğü belirsiz birisine. Bu gereksiz sohbet uzamasın diye kestirip atma peşindeyim. Çocuk ise yakamı kolay kolay bırakmamakta kararlı.
           “Beni tanımadın mı abi?” diyor bu sefer de.
            “Hayır. Nerden tanıyayım?”
            “Hıdırlığa afiş asıyordunuz ya hani?”
   Çocukla beraber sekiz ay öncesine gidiyorum. O sıralar haftada bir iki uğradığım, gençlik çalışması yürüten sosyalist bir dernekten arkadaşlarla, farklı şeyler yapma sevdasına tutulmuşuz. Hiç kimselerin uğramadığı, yıkılmış, yosunlu taş duvarlarla gelişigüzel çevrili bahçeleri, alçak damları, kırık kiremitleri, ağaç iskeletlerinden yapılma iğreti merdivenleri ve yıkık duvarlarıyla, kenevir kokan sokakların içerisinden geçerek, gecekondu evlerinin aralarında dolaşıyoruz. Hâlbuki devrimin kafe ve barlardan taşarak Yüksel Caddesi’nden başlayacağına, herkes kadar biz de eminiz. Öylesine eminiz ki, orada bildiri dağıtamadığımız her gün kahroluyoruz.(!) Tertip komitesinin elimize tutuşturduğu Madımak katliamı anma mitinginin çağrısının bulunduğu bir tomar afişle beraber, sopalarımızı da zulalarımızda saklı tutarak, bir elimizde fırça, bir elimizde kostik bidonu, sokak sokak, mahalle mahalle, iki hafta içinde şehirde ne kadar gecekondu semti varsa tek tek dolaşıyoruz. Özellikle alevi mahallelerine denk geldiğimizde, kendimizi daha bir güvende hissederek, sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar, tüm duvarları, trafo binalarını, elektrik direklerini afişlerle kaplıyoruz. Hırkalı çocukla da ilk kez, o kenevir kokan sokakların birinde, torbacıların etrafımızı çevirip, “hayırdır birader ne iş” dediği sırada rastlaşıyoruz. Ellerimizdeki bidon ve fırçaları fark etmeden önce, satıcı edasıyla yanımıza yanaşıp,” bişey lazım mı ağabey” diye soran torbacıyı başımızdan def etmek için ağız dalaşına tutuştuğumuz anda olaylar iyice kızışıyor, etrafımız bir anda hayli kalabalık ve kenevir kokan adamlarla sarılıyor. Torbacılarla tam birbirimize girecekken, karşımızdaki gecekondunun avlusundan tartışmayı izleyen bizim hayta, bahçesinde beslediği iki azgın köpeğinin tasmasını çözerek, biraz da eğlence olsun diye herhalde, üzerimize kışkırtıyor. Bereket ki köpekleri gören torbacılardan birisi ürküp kaçınca, diğer torbacılar da onun peşi sıra kaçmaya başlamış, arkalarında köpek, önlerinde Hıdırlık yokuşu, epey bir koşturmuşlardı. Biz ise ne olduğunu anlamadan, yaşadığımız gerginliğin şokuyla öylece kalakalıyoruz. Hırkalı da, köpeklerin ardı sıra avludan aşağıya atlamış, yokuş aşağı ıslık çalıp, anlamsız sesler çıkararak köpeklerini çağırıyordu. Hüseyin - ki yiğit çocuktur kendisi- hırkalıya gel gel yaparak yanımıza çağırıyor. Bize bilmeden iyilik ettiğine mi sevinelim, yoksa köpekleri üstümüze saldığı için gelişine bir güzel pataklayalım mı derken, çocukla hiç hesapta yokken, Hüseyin sayesinde dost oluyoruz. Tabii çocuğun etnik kökeni de bu dostluğun oluşmasında oldukça etkili oluyor. Hayal meyal hatırlıyorum, olaydan sonraki ilk bir iki hafta boyunca hemen her gün derneğimize uğruyor. Sonra araya başka meseleler girince, ilgilenemiyoruz hırkalıyla. Nihayetinde usanıp çekip gidiyor tabii.Hüseyin’e kalsa, o zamanlar bizim bu hırkalı sayesinde, işçi sınıfıyla aramızda köprü kurmuştuk.
     Hırkalıyı da, örgüte gelir sağlamak için uyuşturucu madde satma şüphesiyle tıkmışlar buraya. “Abi, vallahi de billahi de bulaşmadım o işlere’’ diyor. “Mutlaka biri sizin yanınızda görüp ihbar etmiştir.”diye de ekliyor. Daha kendi davamın ne olduğunu anlamadan, üstelik derneğe de bayadır uğramamama rağmen, nasıl olduysa bu çocuğun da başını yakmayı başarıyorum. Dernek, afiş olayı başlı başına belayken, işin içine bir de uyuşturucu satıcısıyla tanışıklık bulaşınca, beni iyiden iyiye terleme alıyor. Şu saatten sonra, çocuğa, seni tanımıyorum demek için artık çok geç, savcıya da durumu izah etmek neredeyse imkânsız.
     Aradan üç dört saat geçmişken, önce beyaz önlüklüye şöyle bir gösterilmeye götürülüyor, ardından da adliye sarayında cumhuriyet savcısının yolunu tutuyoruz. Savcı, hepimizi tek tek çağırıp sorguya çekiyor. Sıra bana geldiğinde, durumumu anlatıyorum. O da bana bir bir katıldığım eylemleri sıralıyor. Sabrımın sonlarına doğru gözlerimi kapatıyorum, karşıma babam duruyor : “Ben sana yapma demiyorum, ama çok derinine inme” diyor. , annem duruyor:  “Herkes çekilir, bütün iş senin başına kalır.”  diyor. Arkadaşlarım, ailem, okuldaki güvenlik şefi, kantinin reisi, hepsi teker teker gözümün önüne geliyor. Etrafımı çevirmişler, üstüme üstüme yürüyorlar. Gözümü açıyorum, savcı susuyor. Hep beraber nöbetçi mahkemeye çıkarılıyoruz.
     Çocukken mahkeme salonlarını kocaman, devasa genişlikte yerler sanırdım. Amerikan filmlerindeki gibi yüksek kubbeli, kiliseye benzeyen binalar olarak düşünürdüm hep. Bu mahkeme nöbetçi olduğundan mı, yoksa özel yetkileri olduğundan mı bilmiyorum, gözüme oldukça küçük ve bayağı görünüyor. Sıradan bir memur evinin oturma odasından hiçbir farkı yok gibi. Fakat, en hakim yerde televizyon değil, hâkim duruyor. Belki de bu yüzden hâkime hâkim diyorlardır. Sanık olan bizlere tek tek söz hakkı veriliyor. Bana değin herkes, hâkime göre bilinmeyen bir dil, bana göreyse, babamın doğuya tayininden sonra epey bir zaman yaşadığımız, dağlarla çevrili bir köyde yaşayan, bir elinde köy ekmeği, diğer elinde salatalıkla, yünden örülmüş beyaz şapkası ve mor sümüğüyle köy meydanında dolanan, Gülezar ninenin torunu Ömer Faruk’un diliyle konuşuyor. Hâkim oldukça sinirleniyor.
    Sonunda savunma sırası bana geliyor. Sanki bir rüya halindeymişim gibi, bağırmak istiyor, bağıramıyorum. Sesim, daha içimdeyken boğuluyor. Hâkimin iki dudağı arasından çıkan kıytırık bir cümle, ok gibi fırlayıp beynimi parçalıyor:
      “Kaçma şüphesi olduğundan tutuklu olarak yargılanmasına karar verilmiştir.’’
    O ana kadar mahkemeden sonra nasıl olsa bir şekilde salınacağımı, bir yanlışlık olduğundan dolayı serbest bırakılacağımı düşünen beni bir telaş kaplıyor. Ağzımı açabilsem, “ beni kapının önüne bıraksanız eve gitmek için taksiye verecek param bile yok, ne kaçması !’’ diye karşı koyacağım, kelimeler zihnimde anlamsızlaşıyor, diyemiyorum.
       Tekrar bir kafese doldurulup götürülüyoruz. O anki heyecanımdan dolayı, kafese doldurulup götürüldükten sonrası bende yok. Yalnızca ağır uyku halini, bir hayli bitkin olduğumu ve titrediğimi hatırlıyorum. Gözümü açtığımda altı numaralı hücredeyim. Her yer bembeyaz. Masa, duvarlar, çöp kovası, dolap… Hepsi, hepsi beyaz. Beyaz adeta ruhumu kemiriyor. Beyaza baktıkça kayboluyorum. Sanki burada değilmişim gibi, hiç yaşamamışım gibi. Ertesi gün oluyor, havalandırmayı açıyorlar. Havalandırmaya çıkıyorum, etrafta kimseler yok. Koca cezaevini sanki sadece benim için yapmışlar.
     Gün geçtikçe ruhumda, Kafka’nın öykülerinden fırlamış bir paranoya hali hâsıl oluyor. Oyalanacak hiçbir şey bulamıyorum. Sürgü sesleri, tıkırtılar. Dışardan hiçbir haber yok. Kuşların, bağlamanın, gri şehrime akşam çökünce şehrin loş ışıkları arasında dolaşan homurtulu arabaların, en çok da onun, Gülizar’ın sesini özlüyorum. Annemler geliyor ara sıra, yanına kardeşimi de alıp. Gelme diyorum, ya da getirme çocuğu, görmesin duvarlar arasında kapatıldığımı. Kardeşim deyip de, sarılamamak, zor geliyor insana. Hem de ne uğruna! Zaman bir türlü geçmek bilmiyor. Tanımadığım insanlar, kavganın bitmediğini, kazanacağımızı söyleyen, umut dolu mektuplar yolluyorlar. Her mektupta yeniden var olduğumu hissediyor, rahat bir nefes alıyorum.
      Aradan baya zaman geçmiş olmasına rağmen henüz kafayı yememiş olmama seviniyorum Nihayet günler sonra yan hücreye yeni birisini getiriyorlar… Yandaki arkadaşla sabahları havalandırmada buluşuyoruz. Bir gün gelip “arkadaş” diyor; “şartlar ağır, benliğimizi yok edecekler burada. Tüm örgütler karar aldı, bir haftaya kadar ölüm orucuna başlayacağız, onlar ruhumuzu ezmeden, biz sesimizi duyuralım”
diyor.
   Dışarıdayken, ölüm orucuna yatanlara şaşırırdım. İnsan kendisini neden öldürmek istesin ki. Ama burada durumlar çok farklı. Bu dehlizin sonu yok, ucunda ışık görünmüyor. Tek çıkar yol,  ruhumuzu ezdirmeden, sesimizi duyurmak veya onurlu bir şekilde ölmek. Evet diyorum, arkadaş doğru söylüyor.1 hafta geçiyor, ölüm orucuna başlıyoruz.
  İlk zamanlar sesimizi duyan olmuyor. İki hafta sonra, en insani ihtiyaçlarımızı karşılamamıza bile izin verilmiyor. Akıllarınca bizi teslim almaya, yıldırmaya çalışıyorlar. Yolunuz yol değil diyorlar, dayanamazsınız diyorlar. Bazen de en güzel yemekleri hazırlayıp sürgüden uzatıyorlar. Anlaşılan cezaevi aşçısı, yemekler güzel koksun diye de ayrı bir çaba sarf ediyor ki takdire şayan. Fakat tepkim değişmiyor. İçine işiyorum, geri uzatıyorum. Küfürler..küfürler..

***
    Bugün elli sekizinci gün. Her yolu denediler. Yaklaşık bir haftadır da havalandırma kapalı. İyice birbirimizden koparıp, teker teker avlamaya çalışıyorlar. Bazen, gelen destek mektuplarını ulaştırmıyorlar; biliyorum. Bazen de kendileri, yıldırıcı mektuplar yazıp, sanki arkadaşlarımızdan geliyormuş gibi bize postalıyorlar. Yolumdan dönmemekte kararlıyım. Pişman, hiç değilim. Onlar da bunun farkında. Defalarca serum takmak için koridorda sürüklediler. Defalarca karşı koydum bende. Kollarım mosmor. Sanırım buradan sağ çıksam bile sakat kalacağım. Olan biten kısaca bu işte. Şimdi senden son isteğim, yukarıda anlattığım şekilde, sesimi dışarıya duyurman ve kardeşime iyi bakman. En kötüsüne hazırlıklı olmalıyız. İkinizin de gözlerinden hasretle öpüyorum…

****                   

    Mektup burada bitiyordu. Tekrar katlayıp zarfın içerisine koydum. Zaten faturalar, kira, aidat, veresiyeler, hepsi üst üste binmiş, eldeki avuçtaki son metelik çiklet parasına kadar ufalmış, Zehra şıllığı bilmem kaçıncı izdivacının bol öpüşmeli fotoğraflarını internetten cümle âleme teşhir edip, boynuzlarımı her geçen gün biraz daha gürleştirmişken, üstüne bir de bu mektup, zaten lezzetsiz olan yemeğe dökülmüş yanmış lastik tadındaki sos gibi ağzımın tadını iyice bozmuştu. Isıtıcı, kaynamaktan yorgun düşmüş, peynirin dışı kurumaya yüz tutmuştu. Sakince kahvaltımı yapıp, sigaramı tellendirdim. Ben de bırakmış olsaydım, bu havalarda özler miydim acaba sigarayı, orası halen muamma.
      Şimdi aradan tam üç yıl geçti. Mektubun etkisi çabuk geçmişti fakat mektubu veren adamın solgun yüzü gözlerimin önünden bir türlü silinmedi. Acaba neden beni seçmişti… İki gün öncesine kadar bu sorunun cevabını bilmiyordum. İki gün önce de, hayatımın üç yıl öncesinden bir farkı yoktu. Yalnız kapıcı eskisi kadar sık baskına gelmiyor, komşular da artık beni umursamıyordu. Bazı bazı denk getirdiğim geçici işlerle günü kurtarıyor, şarap paramı çıkarınca da yan gelip yatıyordum. İki gün önce de, ortası çökük kanepeye boylu boyunca uzanmış, son kovulduğum işten ayrılışımın olaylı zaferini kutluyordum. Muhasebeci yakışıklı çocuktu, ama artık burnu eskisi kadar biçimli değildi. Beni hâlâ polise vermediğine şükretmek gerekti. Yine de kulağım kirişte, zil sesini bekliyordum.
       Televizyonun sesini kısmak için kumandayı elime aldığımda donakaldım. Evet, oydu; ta kendisiydi hatta… Bu suratı nerde görsem tanırdım. Yalnız, yüzü biraz daha dolgun, gözleri daha anlamlı, bir fotoğraf çerçevesinin içerisinden bana doğru bakıp gülümsüyordu. Fotoğrafı tutan, beyaz tülbentli, çatık kaşlı, orta yaşlı bir kadındı. Tülbendinin üstüne kızılca bir bant bağlamıştı. Tıpkı bu kadın gibi, ellerinde çerçevelerle, alnında kızıl bant olan, beyaz tülbentli onlarca yaşlı, orta yaşlı kadın vardı etrafta. Kamera dönüp dolaşıp o’na doğru çevrildi. Fotoğrafın üzerinde İbrahim yazıyordu. İbrahim… Dört yıldır kayıp. Muhabir, kadına ismini sordu… Kadın, fısıldar gibi söyledi ismini, sonra başını öne eğdi, gözleri yaşardı, devam etti:
          “Biz saldık dedilerdi, dört yıl oldu, İbrahim… Oğlum, kendini unutmuş diyorlar, beni unutmaz o, İbrahim…oğlum…”
   Hemen kanepeden fırladım. Ne kadar dolap, çekmece varsa hepsini tek tek boşalttım. Yarım saat boyunca üç yıldır sakladığım o zarfı aradım. Bulduğumda her yer darmadağınıktı;  halen de öyle. Zarfın üzerindeki isim, kadının ismiyle aynıydı… Demek mektubu annesine yazmış… Geriye tek bir soru işareti kalıyordu, bu mektubun bende işi neydi?
   Kapıcı dairesinin önüne birkaç adım kala, kapıcı, karşımda belirdi. İri gövdesini zırhlı bir kalkan gibi önüme koyarak “ne var” gibilerinden bana doğru bakıyordu. Oturduğum dairede önceden kimlerin oturduğunu öğrenmeye geldiğimi söyledim. Beni başından savmaya çalıştı. Olaydan biraz bahsettim, bilmesi gerektiği kadar tabii. Meğerse konuşmayı sevmez diye bildiğim bu adamın içerisinde yedi mahallenin koca karısı saklıymış. Oturduğum dairenin seceresini bir çırpıda döktü ortaya. Kelimeler salyalarına karışmış, damla damla dökülüyordu yere:  “Yazık”mış, “daha gençten kadın”mış, “çocuğunun biri mahpusta”ymış, “öyle olmamalı”ymış, “perişan etmeseymiş kendini”, “çekmiş gitmiş sonra”, “zaten kocası da başlarında yok”muş, “diğer çocuğu da perişan”mış…
     Tahminimde yanılmamış olmak beni üzüyor. Gitsem; diyorum… Nereye, karakola? Zaten polisiyle, savcısıyla, hâkimiyle, devlet bu hale getirmedi mi bu adamı,  kendi kendini unutturmadılar mı?  Annesini bulsam… Bulsam ne diyeceğim kadına?  “Oğlun yaşıyor” desem?  Üç yıldır hâlâ sağ mıdır acaba? Boşa ümitlenir şimdi kadın… Hem de ne diyeceğim? “Geldi, mektup bıraktı, sonra da gitti” mi?  Tüm bunları düşünmek iyice zihnimi yoruyor.
   Kanepenin çökük kısmına oturuyorum, başım öne eğik; her yer siyah… Ev eski ev değil artık,  salon aynı salon değil. Son bir sigara yakıyorum; dumanı beynimi kemiriyor… Siyahın gölgesinde hapsoluyorum…


Ahmet Eren Hezer 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder