Üç yıl oldu. Üç
yıldır kimseye bahsedemedim. Belki korkak diyeceksiniz, evet belki de korktum.
Hâlâ dün gibi hatırlıyorum. Kurum bağlamış perdenin aralığından yastığıma vuran
gün ışığıyla, yazdan kalma güneşli ve güzel bir pazar sabahına uyanmıştım.
Neredeyse iki gündür doğru dürüst bir şey yememenin verdiği halsizlik ve baş
ağrısıyla, sıcak simitle bir dilim beyaz
peynir almak için, kendimi sigara külü ve alkol buğusuyla kaplı köhne odamdan dışarı
atmıştım. Dış kapının eşiğinden dışarıya doğru, ayakkabılarımı bağlamak için
eğildiğim sırada fark ettim onu. Kapının önünde öylece uzanmış duruyor, kapkara
olmuş avucunda, yuvasından başını dışarı uzatmış güvercini andıran beyaz bir
zarfı sımsıkı tutuyordu. Kafası, üzerine muşamba geçirilmiş bir heykel gibi
solgun ve biçimsizdi. Biraz dikkatli bakınca, çok da yaşlı olmadığı, hatta genç
sayılabilecek yaşta bir delikanlı olduğu anlaşılıyordu. Dilencilere para vermek
gibi bir âdetim olmasa da, karşımda duran hastalıklı surat bir an içimi burktu.
Tam elimi cebime atmış, dünkü şaraptan artan bozuklukları arıyordum ki, neredeyse
tamamı kemikten elleriyle, avucunda sımsıkı tuttuğu zarfı ani bir hareketle
bana doğru uzattı. Ne yapacağımı bilemedim. Elindeki zarfı önüme uzatmış, derinlere
gömülmüş gözlerindeki şaşkın ifadeyle gözlerimin içine doğru bakıyordu. Parmak
uçlarıma kadar ürpermiş haldeydim. Elimi yavaşça cebimden çıkardım, uzattığı
zarfı alıp almamakta ilkin tereddüt ettim. Hâlâ gözlerimin içine bakıyordu.
Zarfı, usulca elinden aldım. Oldukça buruşmuş haldeydi ve üzerinde yalnızca bir
isim yazıyordu. Bir kadın ismi. Gönderen ve adres yoktu. Bana veya apartmandan
başkasına gelmiş olamazdı. Geri uzattım, almadı.
Posta kutuma aylardır bakmıyordum gerçi. Apartmana
taşındığım ilk iki aydan beridir, kapıcı, yöneticiyi de ardına takıp posta
kutumu boşaltmam ve çöpleri zamanında bırakmam için sayısız kere şikayete gelmişti.
İlk zamanlar bana karşı korkuyla karışık saygı besleyen apartman ahalisi,
rutine bağlanmış hayatımı ve sıradanlığımı fark ettikçe, iyiden iyiye kafayı benle bozmuştu. İyi de bana neydi
bilmemne sağlık merkezinin avantajından, düttürü dönercinin acı sosundan, overlokçudan.
Kaç defa demiştim kapıcıya, posta kutusunda ne varsa çöpe at diye. Fakat
kapıcı, bana posta kutusunun sorumluluğunu öğretmekte kararlıydı. Neyse ki bu
sefer posta, ayağıma kadar gelmişti.
Zarfı cebime koyup, köşedeki simitçiyle
peşin, bakkalla da veresiye selamlaşarak, bir dilim peynir ve iki tane simitle eve
geri döndüm. Geldiğimde,ona bakındım; çoktan kapının önünden kaybolmuştu.Anahtar,
çelik kapının üzerinde sallanıyordu. Her zamanki gibi yanıma almayı unutmuştum.
Herhalde eve girmeye cesaret etmemiştir diye düşündüm, fakat o an için korkmadım
da değil. Eve girdiğimde, bir soğukluk çarptı yüzüme. Kıştan kalma serinlik
evin içine hapsolmuş, ardı ardına düşen cemrelere, her gün parıldayan güneşe
rağmen ev bir türlü ısınmıyordu. Doğalgazın kesilmiş olmasının da etkisi vardı şüphesiz.
Bereket ki elektriği henüz kesmemişlerdi. Böyle giderse son fokurdanışlarını
yaşayacak diye düşündüğüm ısıtıcıya çay suyu koydum. Topallayan masanın başına
oturup, simidi ve peyniri poşetinden çıkardım. Sigara paketini almak için elimi
cebime attığımda yere bir şey düşürdüğümü fark ettim. Bakmak için eğildiğimde, delikanlının
verdiği zarfın, masanın topal ayağının
önünde, ölü bir güvercin gibi uzandığını gördüm. Bir anda içimi gereksiz bir
merak ve heyecan kapladı. Zarfın bana neden verildiğini bilmiyor, zarfı neden
aldığımıysa daha bir bilmiyordum. Suyun kaynamasına daha çok vardı, açıp okumaya karar verdim. Sıkı sıkıya
yapıştırılmış ağzını özenle açtım. Tamamı el yazısıyla yazılmış birkaç sayfalık
bir mektup çıktı karşıma. Okumaya başladım. İlk sayfanın başına bir not
iliştirilmişti:
Altı nolu hücre. Sabah. Veya
akşam. Burada pek fark etmiyor. Tek fark ettiren gardiyanlar. Sabah arıyorlar,
akşam sayıyorlar. Sürgü sesi. Yemek tabağı uzanıyor. İçine işeyip geri
uzatıyorum. Küfürler, küfürler analı avratlı, küfürler… Küfürler bacılı, ırzlı,
ecdatlı. Kollarımdan
tutup zorla sürüklüyorlar. İğneler kollarımı oyuyor. Savuruyorum kollarımı, kanıyor.
Damarlarım yırtılmak üzere. Kollarım mosmor. Kalemi elimde zar zor tutuyorum. Havalandırma
yasak. İyi ki diyorum, önceden çayların şekerlerini biriktirmişim. Şekerleri
suya tek tek atıyorum. Bedenimi ölüme yatırdığım günden beri elli sekiz gün geçti.
Bilincim günden güne bulanıyor. Her şeyi teker teker, unutmadan, taa en
başından anlatmak istiyorum. Birileri görsün artık, birileri artık duysun!
****
Cebeci’den
sonsuza uzanan yolun ortalarındayım. Sağ yanımda, gittikçe betonlaşan,
betonlaştıkça taşeronlaşan, bir zamanların parkalı gençlerinin toplanma mekânı,
güzel mi güzel Kurtuluş Parkı. Gelinlik kız gibi hazırlanmış bahara. Şöyle iki
dakika bir banka oturup serçe çığlıklarıyla kaplı ağaçların kokusunu içime
çekmek vardı şimdi diyorum. Amma velâkin bu mevsimde gidip soluklanmak uygun
düşmez; hasta eder adamı. Yağmur henüz dindi, yerlerde birikintiler,
birikintilerde bulutlar… Bulutlara basarak yürüyorum. Çocukluk özlemimdir, her
çocuğun özlemidir belki de, bir gün uçaktan atlayıp bulutlara dokunmak. Meğerse
bir bahar yağmurunda saklıymış bu düş. Bulutlar, ben bastıkça kararıyor,
bulanıyor ve yok oluyor. Seke seke birinden öbürüne atlıyorum. Oyunu biraz
fazla abartmış olmalıyım ki, paçalarım benek benek olmuş. Yoldan geçen bir iki
kişinin ters ters bakması da tesadüf değilmiş anlaşılan. Demek ki onlara da
bulutlardan sıçramış. Böyle yağmurlu havalarda en çok sigarayı özlüyorum. Üç
kuruş çıkar uğruna yitirilen dostluklar, dostlar vardır ya hani, hep özlersin
ama bir yandan da kızgınsındır. İşte öyle bir özlemek, hele bulutların
üstündeyken, daha bir özlemek. Kaldırımda dizili ağaçlar –belki sadece bu gri
şehirde bu kadar anlamlıdır ve belki ben sırf bu yüzden Kumrular Caddesi’ni
daha bir sevmişimdir- bulutların görevini devralmış, bulutlardan daha sakince,
Avrupa’dan ithal Ankarataşı ile döşeli kaldırımların üzerine damlıyorlar…
Derken bir irkilme…
Kafamı kaldırıyorum; mavili. Mavililer, biraz tazyikli su, biraz da organik
biber gazıdır bu gri şehirde. Çarpışıyorum maviliyle; önce kirli sakallarım,
sonra yeşil parkam, cebimdeki bol sakallı kitap ve nihayetinde yorgun gözlerim,
toslaşıyoruz. Bu mavili henüz robokopluktan yana evrimini tamamlayamamış, yarı
insan hâlâ. Hüvviyet soruyor, kafa kâğıdı yani. Cüzdan derler cüzdana sığmayan,
ard cebinden başka bir yerde durmayan, dini Müslüman olan, plastik kaplı bir kâğıt
parçasıdır ki, evvelden beri içim ısınmamıştır kendisine. Başıma geleceklerden habersiz,
yok diyorum maviliye, sevmem taşımayı diye de ekliyorum. Bakışları, biz
sevdiririz diyor. Mavililerin öyle de bir özelliği var bu topraklarda. Bayrağı,
vatanı, milleti, hatta nüfus cüzdanını, aklına ne gelirse bir anda sevdiriyorlar.
Daha düne kadar tüm sokak başlarını tutan binlerce Celali bir anda kaybolmadı
ya, onlara da sevdirdiler demekki. Misafire yol gösterir gibi açıyor kapısını
ekip otosunun ve bu andan itibaren, bu dünya evinde misafir olan bir serkeşin
misafirliği sona eriyor. Lakin o anda bunun farkında değilim henüz. Ve bir 4
yıl da farkında olmayacağım kuşkusuz. Kısa sürdü fakat olsundu, misafirliğin
kısası makbuldür hem.
****
Mektubun arka sayfasını çeviriyorum.
Yazılar yer yer silikleşiyor. Sağ üst köşeye iki dize asılmış, öylece duruyor:
‘’Borcum
yok, bozdurdum ömrümü
Gençliğim düştü payına.’’
****
Biniyorum ekip otosuna arka kapısından. Bizim
de var aynı modelinden bu arabanın, bayramdan bayrama eve el öpüp harçlık
istemeye gittiğimde, anarşist diye adımız çıktığından mütevellit rica minnet binebildiğim.
Fakat bu ekip otosu, ne bizim pederin gözü gibi sakındığı arabasına benziyor,
ne de dizilerde gördüğüm diğer ekip arabalarına. Arka koltuklar yerinden
sökülmüş, yerine sağlı sollu oturaklar yapılmış, ön iki koltuk da çelik bir
kafesle arka bölümden ayrılmış, kümesten bozma bir garip ekip otosu. Tavuk gibi
tünüyorum en köşesine. İçinde yankılanan ve hiç bitmeyen anonslar, anonslar…
Bunlar da civcivlerin yakarışları olsa gerek:
Hışşş, diiiit diiiit….hışşş..olay yerine
ulaştık, tamam…,hışşş…dirırı…hışşş…tüp ekiplerin dikkatine..hışşş…bağlarbaşı
mahallesi huzur sokak 16’ya 2, lale apartmanı, hırsızlık
ihbarı…hışşş…anlaşıldı….hışşş…kurtuluş parkı kolej meydanı yakınlarında iki şüpheli
şahış…dirırı…anlaşıldı merkez…hışşş…
Mavililer
yoldan iki kişi daha çeviriyorlar. Kümese doğru iki tavuk daha yaklaşıyor. Anlaşılan
burada küçük bir çiftlik kurmakta kararlılar. Başımı pencere camına dayıyorum.
Bu getirilenlerin teni benimkinden biraz daha koyu, kolları da vişne ağacının
dalları gibi, kuru. Saçları, her ikisinin de, sıkı dokunmuş halıdan daha gür,
kapkara ve kıvırcık. Sakalları da öyle. Yalnız birisinin burnu, öbürüne göre
daha irice. Diğerinin de alnında siyah bir leke. “Yok” diyorlar, “ binmeyiz.” “Yok,
alamazsın!” “Hayır”. O sıra bir kızılca kıyamettir kopuyor. Bir anda her yer
masmavi oluyor. Simitçisi, saatçisi, şemsiyecisi, çakmakçısı mavi...Heryer
masmavi. İki kara kuru adam, birbirine aşılanmış vişne ağacını andırırcasına
sırt sırta veriyor ve kocakarı fırtınasına kapılmış gibi oradan oraya savruluyorlarr.
Mavililer gittikçe kuşatıyor iki adamın etrafını. Kollarına, bileklerine,
boyunlarına, bacaklarına, sarmaşık gibi tutunuyorlar. Burnu irice olan
bağırıyor:
- Disa disa
serhıldan, disa di.. ..sa..ımmmpp..ss.. berx..mhh..hedan!
Mavililer bu
dağlı diliyle söylenmiş sözlere oldukça sinirlenmiş olacaklar ki, burnu irice
olanın suratının ortasında, nerden geldiği belli olmayan bir yumruk patlıyor.
İrice burundan, heybetine yakışır şekilde, alabildiğince kan boşalıyor. İki
adam birden, girdaba kapılmış gibi, mavililerin arasında kayboluyor.
Yanıma
bindirildiklerinde yarı baygın haldeler, yüzleri mosmor olmuş ikisinin de. Biraz
yağmur, biraz melemen, biraz da organik biber gazı kokuyorlar. Burnu irice
olanın çenesinde domates kabuğu asılı kalmış. Evden ayrılmadan önce keyifli bir
kahvaltı yapmışa benziyorlar; hararetliydi de anlaşılan…Domates kabuğuna
bakarken dalıyorum: Gazete kağıdı üstünde buğusuyla bir demlik çay, çıtır ekmek,
zeytin çekirdekleri. İçine altı tane soğan doğranmış melemen tavası tam ortada.
Çay..sigara...çay…sigara..Burnu irice olan löpür löpür yutmuş melemeni, iyi
çiğnememiş, belli. Hısımı da melemeni yapan olmalı. Domates kabuğunun arkadaşının
suratında aşağı sarkan üçüncü bir dudak gibi duracağını bilseydi, kabuğunu
soyardı kesin. Belki kahvaltı sofrasında başkaları da vardı. Siz önden gidip
etrafı kolaçan edin, biz arkanızdan geliriz dediler kim bilir… Şimdi böyle kara
orman tavuğu gibi kafeslendiklerine göre –ki bir ton açık olarak ben de dahil-
, kesin bir iş çeviriyor olmalıydılar -ben hariç-. Onların bu haline bakarak,
hem kızıyor, hem de kendime şaşıyorum. Nasıl da sorgusuz sualsiz bindim
arabaya, oysa onlar nasıl da direndi. Sanki emniyet amiriyim de, şuraları
tebdil-i kıyafet bir kolaçan edeyim, sonra beni buradan alırsınız demişim gibi,
hiç tereddüt etmeden, gidecek başka bir yerim, beni bekleyen birileri yokmuşçasına
atladım hemen.
Kaygı
kaplıyor içimi. Cebimdeki bol sakallı kitap bana kızmış mıdır acaba,
teslimiyetçilik midir bu şimdi? Hem hepi topu yıl içinde üç dört izinli(!) gösteriye
ortasından-sonundan karışmış olsam da, hatta birkaç defa sulanmış, gazlanmış ve
coplanmış olsam da, bunlar içeri alınmam için suç teşkil etmezdi ki? Neden
boşuna direnip, kendimi suçlu gibi göstereyim? Gerçi, yaklaşık bir yıl önce iki
arkadaşım, evinde çizgi film kasedi ve şemsiye bulundurmakta, ziraat
kampüsünden Sincan kampüsüne; hayat okuluna dikey geçiş yapmışlardı. 6 ay
sonra, şemsiyenin patlamadığı, kasetin de bomba yapımında kullanılamayacağı anlaşıldıktan
sonra, tekrar ziraat kampüsüne nakledilmişlerdi. Sanırım şemsiyenin halen
patlayabileceğini, kasetin de bir ihtimal bomba yapımında kullanılabileceğini
düşünen iddia makamı, kaçma şüphesini ortadan kaldırıp, arkadaşların tutuksuz
yargılanmalarını istemişti. Demek ki 6 ay önce kaçma şüphesi olan arkadaşlar,
savcılığa göre artık kaçamayacaklardı… Neticede savcıydı, bir bildiği vardı
elbet!
Bu arada,
zarbolar ön koltuktaki yerlerini çoktan almış, aralarında bir şey
tartışıyorlar. Çelik kafesin aralıklarından onları gözetliyorum. Şoför
mahallinde oturanın saçları ortasından dökülmeye başlamış. 2B arazilerini
andıran bir açıklık oluşmuş tepesinde. Hem havadar, hem ormanlık. Parmağındaki
alyansın sadeliğine ve matlığına bakılırsa uzun süredir de evli. Evli ve iki
çocuk babası, tepesinde kaçak yapılaşma olan bir mavili bu. Hayır, kesin üç
çocuğu vardır. Evet, evet… Kafasını sağa doğru çeviriyor bir an, dudağının
üstünde, yeni biçilmiş çimleri andıran, efendisine sadık bademi, dile gelip
beni doğruluyor: üç çocuk diyor badem, iki kız bir oğlan. İki kızla cenneti,
bir oğlanla da cemaatteki geleceğini garantilemiş anlaşılan. Onun yanında oturan
ki kendisi çarptığım zarbo olur, diğerine göre daha genç ve iri yapılı.
Paketinden bir sigara çıkartıp yakıyor. Badem, sinirli ve ders verme edasıyla
bakıyor yanındakinin dumanlı ağzına. Genç olanın gözleri, bademin tepesindeki
açıklığa dikiliyor. Badem, tövbe çekerek kontağı çeviriyor. Genç olan da,
dumanlı ağzıyla telsize üfürüyor:
kırk-onbir merkez…hışşş…dııııt…kırk-onbir merkez
dinlemede…hışşş..kurtuluş parkı civarında 3 şüpheli şahış gözaltına
alındı…hışşşş…tamam…anlaşıldı kırk-onbir…
İçinde
bulunduğum durumun vehametine dalıp gitmişken, hayat boyunca üstümden
atamadığım cenabetliğim geliyor aklıma; gülümsüyorum. Karşımda oturan kara-kuru
adamlardan burnu irice olanı -henüz ayılıyor- mosmor olmuş yüzüyle gazdan
kızarmış gözlerini bana dikerek baygın baygın bakıyor ve okkalı bir küfür
savuruyor. Karşılık vermiyorum. Başımı önüme eğiyor ve yerde oluşan kan,
kusmuk, belki de sidik lekelerinin oluşturduğu dalgalanmalara bakıyorum. Yağmur
sonrası, arabalardan akan yağın-mazotun oluşturduğu mavi ve yeşilin tonlarında
oluşan renk cümbüşlerini andırıyor. Dalgalar, pabuçlarımızla getirdiğimiz
yağmur suyuyla oluşmuş birikintilerinde, yer yer canlanıyor. Birikintilerde
bulutları arıyorum, görünmüyorlar. İkisi kanatlarından bağlı üç tavuk, kafesin
içinde, bir bilinmeze doğru götürülüyoruz. (O zamanlar anlam veremesem de, şimdi
anlıyorum, burnu irice olanın bana neden sayıp sövdüğünü. Ellerime kelepçe
takılmasına lüzum görülmediğinden, beni kendilerine saldıran mavililerden
birisi zannetmiş olacak.)
Araç bir
iki sigara içimlik mesafe kadar gittikten sonra duruyor. Yolculuk tahminimden
kısa sürüyor. Arka kapı sağlı sollu, hızlıca açılıyor. Bir yığın üniformalı,
kodaman ırkına mensup kabilenin tanrılarına adanmak üzere götürülen kurbanlar
gibi, yaka paça tutup üçümüzü birden araçtan çekiştirerek indiriyorlar.
Üç harfli
bir kısaltmadır TEM, üç harfliler gibi, adını anmak korku ve tedirginlik
getirir, zira sadece otoyol ismi değildir. Celali isyanlarına dek uzanan
Anadolu halkının asiliği karşısında TEM, karınca yuvasının önüne örülmüş
örümcek ağı gibidir. Ne de olsa asırlardır yağmalanan topraklarımda hak
arayışına düşmüş eşkiya sayısı bir hayli fazladır. Henüz neden bu şubeye
getirildiğimi anlamamışken, onca itiş kakışın arasında, doktorundan hademesine
kadar organize olmuş bir çarkın içinde buluyorum kendimi. Üçümüzü önlerine
katıp kapı kapı dolaştırıyorlar. Bu sefer ben de kelepçeliyim.Kapıdan girer
girmez bütün fazlalıklarımızı üzerlerimizden alıyorlar.Burnu irice olan,
girdiğimiz kapıların birindeki beyaz önlüklü bir adamdan darp raporu istiyor,
yanımızdaki üniformalılar, pişkin pişkin darp etmediklerini söylüyor, henüz
diye de ekliyorlar. Ben ise araya girip bir iki kez durumumu anlatmaya
çalışıyorum; sen de aranıyorsun, listede adın var diyorlar. En iyisi hiç
kurcalamayayım, nasılsa çıkar kokusu deyip susuyorum. Bir müddet dolaştırıldıktan
sonra, tekrar bir kafese kapatıyorlar. Bu seferki kümesimiz duvarlarla örülü ve
üç kişiden biraz daha kalabalığız. Benle beraber gelen iki adam, girer girmez
içerdekilerle kucaklaşıyor. Birbirleriyle dağlı dilinde, omuzlarına vurarak bir
şeyler konuşuyorlar. Arada bir de öfkeleniyorlar. Burnu irice olan, yanıma yanaşıyor ve diliyle dişinin arasından
kusura bakma diye mırıldanıyor. İçine düştüğüm durumun şokunda neyi, niçin
dediğini o an anlayamadığımdan, olur öyle deyip geçiştiriyorum. Amacım bir an
önce buradan dışarı kapağı atmak. Burnu irice olan henüz köşesine çekilmişken,
yanıma benden taş çatlasın dört beş yaş küçük kahverengi hırkalı bir çocuk yanaşıyor.
Yüzünü sanki bir yerden hatırlıyor gibiyim ama tam çıkaramıyorum. Elini
uzatıyor, şaşkın bir halde tokalaşıyorum hırkalıyla.
“Abi
geçmiş olsun, seni de mi aldılar?’’ diye soruyor.
“Evet’’ diyorum, “beni de aldılar.” Meramımı anlatmak için hiç de istek
duymuyorum. Hele ki ne idüğü belirsiz birisine. Bu gereksiz sohbet uzamasın
diye kestirip atma peşindeyim. Çocuk ise yakamı kolay kolay bırakmamakta
kararlı.
“Beni tanımadın mı abi?” diyor bu
sefer de.
“Hayır. Nerden tanıyayım?”
“Hıdırlığa afiş asıyordunuz ya hani?”
Çocukla
beraber sekiz ay öncesine gidiyorum. O sıralar haftada bir iki uğradığım, gençlik
çalışması yürüten sosyalist bir dernekten arkadaşlarla, farklı şeyler yapma sevdasına
tutulmuşuz. Hiç kimselerin uğramadığı, yıkılmış, yosunlu taş duvarlarla
gelişigüzel çevrili bahçeleri, alçak damları, kırık kiremitleri, ağaç
iskeletlerinden yapılma iğreti merdivenleri ve yıkık duvarlarıyla, kenevir
kokan sokakların içerisinden geçerek, gecekondu evlerinin aralarında dolaşıyoruz.
Hâlbuki devrimin kafe ve barlardan taşarak Yüksel Caddesi’nden başlayacağına,
herkes kadar biz de eminiz. Öylesine eminiz ki, orada bildiri dağıtamadığımız
her gün kahroluyoruz.(!) Tertip komitesinin elimize tutuşturduğu Madımak
katliamı anma mitinginin çağrısının bulunduğu bir tomar afişle beraber,
sopalarımızı da zulalarımızda saklı tutarak, bir elimizde fırça, bir elimizde
kostik bidonu, sokak sokak, mahalle mahalle, iki hafta içinde şehirde ne kadar
gecekondu semti varsa tek tek dolaşıyoruz. Özellikle alevi mahallelerine denk
geldiğimizde, kendimizi daha bir güvende hissederek, sabahın erken saatlerinden
gece yarılarına kadar, tüm duvarları, trafo binalarını, elektrik direklerini
afişlerle kaplıyoruz. Hırkalı çocukla da ilk kez, o kenevir kokan sokakların
birinde, torbacıların etrafımızı çevirip, “hayırdır birader ne iş” dediği
sırada rastlaşıyoruz. Ellerimizdeki bidon ve fırçaları fark etmeden önce,
satıcı edasıyla yanımıza yanaşıp,” bişey lazım mı ağabey” diye soran torbacıyı
başımızdan def etmek için ağız dalaşına tutuştuğumuz anda olaylar iyice kızışıyor,
etrafımız bir anda hayli kalabalık ve kenevir kokan adamlarla sarılıyor. Torbacılarla
tam birbirimize girecekken, karşımızdaki gecekondunun avlusundan tartışmayı
izleyen bizim hayta, bahçesinde beslediği iki azgın köpeğinin tasmasını çözerek,
biraz da eğlence olsun diye herhalde, üzerimize kışkırtıyor. Bereket ki
köpekleri gören torbacılardan birisi ürküp kaçınca, diğer torbacılar da onun
peşi sıra kaçmaya başlamış, arkalarında köpek, önlerinde Hıdırlık yokuşu, epey
bir koşturmuşlardı. Biz ise ne olduğunu anlamadan, yaşadığımız gerginliğin
şokuyla öylece kalakalıyoruz. Hırkalı da, köpeklerin ardı sıra avludan aşağıya
atlamış, yokuş aşağı ıslık çalıp, anlamsız sesler çıkararak köpeklerini
çağırıyordu. Hüseyin - ki yiğit çocuktur kendisi- hırkalıya gel gel yaparak
yanımıza çağırıyor. Bize bilmeden iyilik ettiğine mi sevinelim, yoksa köpekleri
üstümüze saldığı için gelişine bir güzel pataklayalım mı derken, çocukla hiç
hesapta yokken, Hüseyin sayesinde dost oluyoruz. Tabii çocuğun etnik kökeni de
bu dostluğun oluşmasında oldukça etkili oluyor. Hayal meyal hatırlıyorum, olaydan
sonraki ilk bir iki hafta boyunca hemen her gün derneğimize uğruyor. Sonra
araya başka meseleler girince, ilgilenemiyoruz hırkalıyla. Nihayetinde usanıp çekip
gidiyor tabii.Hüseyin’e kalsa, o zamanlar bizim bu hırkalı sayesinde, işçi
sınıfıyla aramızda köprü kurmuştuk.
Hırkalıyı
da, örgüte gelir sağlamak için uyuşturucu madde satma şüphesiyle tıkmışlar
buraya. “Abi, vallahi de billahi de bulaşmadım o işlere’’ diyor. “Mutlaka biri
sizin yanınızda görüp ihbar etmiştir.”diye de ekliyor. Daha kendi davamın ne
olduğunu anlamadan, üstelik derneğe de bayadır uğramamama rağmen, nasıl olduysa
bu çocuğun da başını yakmayı başarıyorum. Dernek, afiş olayı başlı başına
belayken, işin içine bir de uyuşturucu satıcısıyla tanışıklık bulaşınca, beni iyiden
iyiye terleme alıyor. Şu saatten sonra, çocuğa, seni tanımıyorum demek için
artık çok geç, savcıya da durumu izah etmek neredeyse imkânsız.
Aradan üç
dört saat geçmişken, önce beyaz önlüklüye şöyle bir gösterilmeye götürülüyor,
ardından da adliye sarayında cumhuriyet savcısının yolunu tutuyoruz. Savcı,
hepimizi tek tek çağırıp sorguya çekiyor. Sıra bana geldiğinde, durumumu anlatıyorum.
O da bana bir bir katıldığım eylemleri sıralıyor. Sabrımın sonlarına doğru gözlerimi
kapatıyorum, karşıma babam duruyor : “Ben sana yapma demiyorum, ama çok
derinine inme” diyor. , annem duruyor: “Herkes çekilir, bütün iş senin başına kalır.”
diyor. Arkadaşlarım, ailem, okuldaki
güvenlik şefi, kantinin reisi, hepsi teker teker gözümün önüne geliyor. Etrafımı
çevirmişler, üstüme üstüme yürüyorlar. Gözümü açıyorum, savcı susuyor. Hep
beraber nöbetçi mahkemeye çıkarılıyoruz.
Çocukken
mahkeme salonlarını kocaman, devasa genişlikte yerler sanırdım. Amerikan
filmlerindeki gibi yüksek kubbeli, kiliseye benzeyen binalar olarak düşünürdüm
hep. Bu mahkeme nöbetçi olduğundan mı, yoksa özel yetkileri olduğundan mı
bilmiyorum, gözüme oldukça küçük ve bayağı görünüyor. Sıradan bir memur evinin oturma
odasından hiçbir farkı yok gibi. Fakat, en hakim yerde televizyon değil, hâkim duruyor.
Belki de bu yüzden hâkime hâkim diyorlardır. Sanık olan bizlere tek tek söz
hakkı veriliyor. Bana değin herkes, hâkime göre bilinmeyen bir dil, bana
göreyse, babamın doğuya tayininden sonra epey bir zaman yaşadığımız, dağlarla
çevrili bir köyde yaşayan, bir elinde köy ekmeği, diğer elinde salatalıkla,
yünden örülmüş beyaz şapkası ve mor sümüğüyle köy meydanında dolanan, Gülezar
ninenin torunu Ömer Faruk’un diliyle konuşuyor. Hâkim oldukça sinirleniyor.
Sonunda savunma
sırası bana geliyor. Sanki bir rüya halindeymişim gibi, bağırmak istiyor, bağıramıyorum.
Sesim, daha içimdeyken boğuluyor. Hâkimin iki dudağı arasından çıkan kıytırık
bir cümle, ok gibi fırlayıp beynimi parçalıyor:
“Kaçma
şüphesi olduğundan tutuklu olarak yargılanmasına karar verilmiştir.’’
O ana kadar
mahkemeden sonra nasıl olsa bir şekilde salınacağımı, bir yanlışlık olduğundan
dolayı serbest bırakılacağımı düşünen beni bir telaş kaplıyor. Ağzımı açabilsem,
“ beni kapının önüne bıraksanız eve gitmek için taksiye verecek param bile yok,
ne kaçması !’’ diye karşı koyacağım, kelimeler zihnimde anlamsızlaşıyor,
diyemiyorum.
Tekrar
bir kafese doldurulup götürülüyoruz. O anki heyecanımdan dolayı, kafese
doldurulup götürüldükten sonrası bende yok. Yalnızca ağır uyku halini, bir
hayli bitkin olduğumu ve titrediğimi hatırlıyorum. Gözümü açtığımda altı
numaralı hücredeyim. Her yer bembeyaz. Masa, duvarlar, çöp kovası, dolap… Hepsi,
hepsi beyaz. Beyaz adeta ruhumu kemiriyor. Beyaza baktıkça kayboluyorum. Sanki
burada değilmişim gibi, hiç yaşamamışım gibi. Ertesi gün oluyor, havalandırmayı
açıyorlar. Havalandırmaya çıkıyorum, etrafta kimseler yok. Koca cezaevini sanki
sadece benim için yapmışlar.
Gün geçtikçe
ruhumda, Kafka’nın öykülerinden fırlamış bir paranoya hali hâsıl oluyor. Oyalanacak
hiçbir şey bulamıyorum. Sürgü sesleri, tıkırtılar. Dışardan hiçbir haber yok.
Kuşların, bağlamanın, gri şehrime akşam çökünce şehrin loş ışıkları arasında
dolaşan homurtulu arabaların, en çok da onun, Gülizar’ın sesini özlüyorum.
Annemler geliyor ara sıra, yanına kardeşimi de alıp. Gelme diyorum, ya da
getirme çocuğu, görmesin duvarlar arasında kapatıldığımı. Kardeşim deyip de,
sarılamamak, zor geliyor insana. Hem de ne uğruna! Zaman bir türlü geçmek
bilmiyor. Tanımadığım insanlar, kavganın bitmediğini, kazanacağımızı söyleyen, umut
dolu mektuplar yolluyorlar. Her mektupta yeniden var olduğumu hissediyor, rahat
bir nefes alıyorum.
Aradan
baya zaman geçmiş olmasına rağmen henüz kafayı yememiş olmama seviniyorum Nihayet
günler sonra yan hücreye yeni birisini getiriyorlar… Yandaki arkadaşla sabahları
havalandırmada buluşuyoruz. Bir gün gelip “arkadaş” diyor; “şartlar ağır,
benliğimizi yok edecekler burada. Tüm örgütler karar aldı, bir haftaya kadar
ölüm orucuna başlayacağız, onlar ruhumuzu ezmeden, biz sesimizi duyuralım”
diyor.
Dışarıdayken,
ölüm orucuna yatanlara şaşırırdım. İnsan kendisini neden öldürmek istesin ki.
Ama burada durumlar çok farklı. Bu dehlizin sonu yok, ucunda ışık görünmüyor.
Tek çıkar yol, ruhumuzu ezdirmeden,
sesimizi duyurmak veya onurlu bir şekilde ölmek. Evet diyorum, arkadaş doğru
söylüyor.1 hafta geçiyor, ölüm orucuna başlıyoruz.
İlk zamanlar
sesimizi duyan olmuyor. İki hafta sonra, en insani ihtiyaçlarımızı
karşılamamıza bile izin verilmiyor. Akıllarınca bizi teslim almaya, yıldırmaya çalışıyorlar.
Yolunuz yol değil diyorlar, dayanamazsınız diyorlar. Bazen de en güzel
yemekleri hazırlayıp sürgüden uzatıyorlar. Anlaşılan cezaevi aşçısı, yemekler
güzel koksun diye de ayrı bir çaba sarf ediyor ki takdire şayan. Fakat tepkim
değişmiyor. İçine işiyorum, geri uzatıyorum. Küfürler..küfürler..
***
Bugün elli
sekizinci gün. Her yolu denediler. Yaklaşık bir haftadır da havalandırma kapalı.
İyice birbirimizden koparıp, teker teker avlamaya çalışıyorlar. Bazen, gelen
destek mektuplarını ulaştırmıyorlar; biliyorum. Bazen de kendileri, yıldırıcı
mektuplar yazıp, sanki arkadaşlarımızdan geliyormuş gibi bize postalıyorlar.
Yolumdan dönmemekte kararlıyım. Pişman, hiç değilim. Onlar da bunun farkında.
Defalarca serum takmak için koridorda sürüklediler. Defalarca karşı koydum bende.
Kollarım mosmor. Sanırım buradan sağ çıksam bile sakat kalacağım. Olan biten
kısaca bu işte. Şimdi senden son isteğim, yukarıda anlattığım şekilde, sesimi
dışarıya duyurman ve kardeşime iyi bakman. En kötüsüne hazırlıklı olmalıyız.
İkinizin de gözlerinden hasretle öpüyorum…
****
Mektup burada bitiyordu. Tekrar katlayıp
zarfın içerisine koydum. Zaten faturalar, kira, aidat, veresiyeler, hepsi üst
üste binmiş, eldeki avuçtaki son metelik çiklet parasına kadar ufalmış, Zehra
şıllığı bilmem kaçıncı izdivacının bol öpüşmeli fotoğraflarını internetten
cümle âleme teşhir edip, boynuzlarımı her geçen gün biraz daha gürleştirmişken,
üstüne bir de bu mektup, zaten lezzetsiz olan yemeğe dökülmüş yanmış lastik
tadındaki sos gibi ağzımın tadını iyice bozmuştu. Isıtıcı, kaynamaktan yorgun
düşmüş, peynirin dışı kurumaya yüz tutmuştu. Sakince kahvaltımı yapıp, sigaramı
tellendirdim. Ben de bırakmış olsaydım, bu havalarda özler miydim acaba
sigarayı, orası halen muamma.
Şimdi aradan tam üç yıl geçti. Mektubun etkisi
çabuk geçmişti fakat mektubu veren adamın solgun yüzü gözlerimin önünden bir
türlü silinmedi. Acaba neden beni seçmişti… İki gün öncesine kadar bu sorunun
cevabını bilmiyordum. İki gün önce de, hayatımın üç yıl öncesinden bir farkı yoktu.
Yalnız kapıcı eskisi kadar sık baskına gelmiyor, komşular da artık beni umursamıyordu.
Bazı bazı denk getirdiğim geçici işlerle günü kurtarıyor, şarap paramı
çıkarınca da yan gelip yatıyordum. İki gün önce de, ortası çökük kanepeye boylu
boyunca uzanmış, son kovulduğum işten ayrılışımın olaylı zaferini kutluyordum.
Muhasebeci yakışıklı çocuktu, ama artık burnu eskisi kadar biçimli değildi.
Beni hâlâ polise vermediğine şükretmek gerekti. Yine de kulağım kirişte, zil
sesini bekliyordum.
Televizyonun sesini kısmak için
kumandayı elime aldığımda donakaldım. Evet, oydu; ta kendisiydi hatta… Bu
suratı nerde görsem tanırdım. Yalnız, yüzü biraz daha dolgun, gözleri daha
anlamlı, bir fotoğraf çerçevesinin içerisinden bana doğru bakıp gülümsüyordu. Fotoğrafı
tutan, beyaz tülbentli, çatık kaşlı, orta yaşlı bir kadındı. Tülbendinin üstüne
kızılca bir bant bağlamıştı. Tıpkı bu kadın gibi, ellerinde çerçevelerle,
alnında kızıl bant olan, beyaz tülbentli onlarca yaşlı, orta yaşlı kadın vardı
etrafta. Kamera dönüp dolaşıp o’na doğru çevrildi. Fotoğrafın üzerinde İbrahim yazıyordu.
İbrahim… Dört yıldır kayıp. Muhabir, kadına ismini sordu… Kadın, fısıldar gibi
söyledi ismini, sonra başını öne eğdi, gözleri yaşardı, devam etti:
“Biz saldık dedilerdi, dört yıl oldu, İbrahim…
Oğlum, kendini unutmuş diyorlar, beni unutmaz o, İbrahim…oğlum…”
Hemen
kanepeden fırladım. Ne kadar dolap, çekmece varsa hepsini tek tek boşalttım. Yarım
saat boyunca üç yıldır sakladığım o zarfı aradım. Bulduğumda her yer
darmadağınıktı; halen de öyle. Zarfın
üzerindeki isim, kadının ismiyle aynıydı… Demek mektubu annesine yazmış… Geriye
tek bir soru işareti kalıyordu, bu mektubun bende işi neydi?
Kapıcı dairesinin önüne birkaç adım kala,
kapıcı, karşımda belirdi. İri gövdesini zırhlı bir kalkan gibi önüme koyarak “ne
var” gibilerinden bana doğru bakıyordu. Oturduğum dairede önceden kimlerin oturduğunu
öğrenmeye geldiğimi söyledim. Beni başından savmaya çalıştı. Olaydan biraz
bahsettim, bilmesi gerektiği kadar tabii. Meğerse konuşmayı sevmez diye
bildiğim bu adamın içerisinde yedi mahallenin koca karısı saklıymış. Oturduğum
dairenin seceresini bir çırpıda döktü ortaya. Kelimeler salyalarına karışmış,
damla damla dökülüyordu yere: “Yazık”mış,
“daha gençten kadın”mış, “çocuğunun biri mahpusta”ymış, “öyle olmamalı”ymış,
“perişan etmeseymiş kendini”, “çekmiş gitmiş sonra”, “zaten kocası da başlarında
yok”muş, “diğer çocuğu da perişan”mış…
Tahminimde yanılmamış olmak beni üzüyor.
Gitsem; diyorum… Nereye, karakola? Zaten polisiyle, savcısıyla, hâkimiyle,
devlet bu hale getirmedi mi bu adamı, kendi kendini unutturmadılar mı? Annesini bulsam… Bulsam ne diyeceğim kadına? “Oğlun yaşıyor” desem? Üç yıldır hâlâ sağ mıdır acaba? Boşa ümitlenir
şimdi kadın… Hem de ne diyeceğim? “Geldi, mektup bıraktı, sonra da gitti”
mi? Tüm bunları düşünmek iyice zihnimi
yoruyor.
Kanepenin
çökük kısmına oturuyorum, başım öne eğik; her yer siyah… Ev eski ev değil
artık, salon aynı salon değil. Son bir
sigara yakıyorum; dumanı beynimi kemiriyor… Siyahın gölgesinde hapsoluyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder