20 Şubat 2015 Cuma

BİR YİRMİ YEDİ MART BİLDİRİSİ

Sanat örgütlerinin ortak kararı ile bu yıl dünya tiyatrolar günü alternatif bildirisi Yücel Erten tarafından yazılmıştır.
27 MART 2014 DÜNYA TİYATRO GÜNÜ ALTERNATİF BİLDİRİSİ
Bugün “Dünya Tiyatro Günü”. Yeryüzünün dört bir bucağında şenliklerle kutlanıyor. Bu yurdun sanatçıları olan bizler ise, şenlik düzenlemek bir yana, kaygı ve isyan duygusu içindeyiz.
İktidara hakim zihniyet, ülkemizde sanata topyekûn savaş açmış görünüyor. Gün geçmiyor ki sanat alanlarımız, gerici bir zihniyetin alelacele çırpıştırdığı yıkımcı buyruklarla karşılaşmasın.
Gözdağı, baskı, tehdit, sansür, rant ve yıkım, sanat alanlarımızın ve kurumlarımızın Alikıranbaşkeseni oldu.
Dans beldenaşağı, heykel ucube, resim müstehcen, edebiyat sakıncalı, opera lüks, orkestra zulüm, sinema ayıp, tiyatro tehlikeli, kitaplar bomba sayılıyor.
İnsanlığın ortak mirası olan kültürel ve tarihi dokular,saygısız bir talan furyası ile karşı karşıya.
Sanat eğitimi gecekonduya sıkıştırıldı.
Sanat üretilen ve sunulan yapılar ya alışveriş merkezine ya da karakola dönüştürüldü.
Sansür gündelik olay halini aldı.
Sokak sanatçılarına karşı baskı ve taciz, aldı başını yürüdü.
Özel tiyatrolar, koşullu sadakaya bağlandı. Destek fonuna kabul edilemez,çağgerisi bir‘ahlaki ve milli değerler’ kapanı kuruldu.
Yerel yönetim tiyatroları belediye memurlarının meşrebine mahkûm edildi.
Adına TÜSAK denilen bir fetva ile cumhuriyetin gözbebeği sanat kurumları için idam fermanı düzenlendi.
Dozerler, TOMAlar, gaz fişekleri, akrepler ve çıyanlar, özgür düşüncenin, bilimin ve sanatın kapısında nümayiş halinde…
Bütün bunlar karşısında,yandaş medya kör ve sağır. Üniversitelerin tiyatro bölümleri kıpırtısız. Kültür Bakanlığı uzman, memur ve danışmanları önünü ilikliyor. Uluslararası Tiyatro Enstitüsü’nün Türkiye Milli Merkezi de tabuttaymışçasına suskun…
Sanat kurumlarımız zaman içinde aşınmış ve yıpranmış olabilir.
Buna yol açan, çağın isterlerine yanıt veremeyen eskimiş yasalar, siyasilerin ve yöneticilerin ihmalleri, orantısız derecede düşük bütçe ve yatırımlar, moral bozucu çifte standard uygulamaları ile asılsız ve orantısız suçlamalardır.
Çok iyi biliyoruz ki, mevcut durumdan sanatçılar da hoşnut değildir. Ve çözüm üretmek için çalışmaktan geri durmamış, emek vermiş, öneriler ortaya koymuşlardır.
Ne var ki iktidardaki zihniyet, bu birikime kulaklarını tıkamıştır. Kurumları onaracak, iyileştirip geliştirecek rasyonel tedbirleri almak yerine, yıkımcılık yolunu; halkın sanat ihtiyacını uygun şekilde karşılamak yerine de, kâr ve rant yolunu seçmiştir.
Biz sanatçılar, ustalarımızdan el aldık.Sanatımızı öğrenirken, insanı görmeyi, insanı sevmeyi öğrendik.
Siyasal rant oyunlarını değil, oyun sevinciyle gönülleri fethetmeyi öğrendik.
Dansederken;yerçekimine meydan okumayı, insanların bedenine ve ruhuna kanat takmayı öğrendik.Biz bedenimize çelik bir disiplin kazandırmak için parmakucuna çıkarken, sıçrarken; toplumu yüceltmenin, sıçratmanın düşünü paylaştık.
Çoksesli şarkılarımızı söylerken;kulaklardaki ve zihinlerdeki duvarları yıkmayı öğrendik.Arşe çekmeyi, üflemeyiöğrenirken;insanların yüreğine su serpmeyi, zihnine ışık tutmayıöğrendik.
Biz fırçamızla renkleri türküye ve halaya dönüştürmeyi; ağaç, toprak, taş ve tunca Kybele anamızla Nasreddin babamızıkoymayı öğrendik.
Sesimizi, diaframımızı, kulağımızı, ellerimizi, bedenimizi eğitirken;insanlığın doğrularını savunmak için sesimizi gürleştirmeyi de öğrendik.
Sadece ezber yapmayı öğrenmedik; darkafalı siyasetçilerin, sömürgenlerin, aymazların ve çıkarcıların ezberini bozmayı da öğrendik.
Orkestralarımız uyum içindeki çoksesliliğin simgesidir.
Sahnelerimiz insanlığın kendisiyle yüzleştiği, tarihiyle ve geleceği ile hesaplaştığı, iyi ile kötüyü ayırdettiği, önyargılarla savaştığı, aydınlığa ulaşmaya çalıştığı şenlik alanlarıdır.
Sessizliğin içindeki çığlığı, heyecanın barındırdığı dönüşümü, gözyaşının arındırıcı hızını, kahkahanın devrimci gücünü; avuçlarımızda su taşırcasına seyircimizle paylaşırız.
Ama biz sanatçılar yalnızca duygular dünyasının ve ilhamın değil; aynı zamanda aklın, bilginin, bilincin, vicdanın ve emeğin kuracağı, yeni ve güzel bir dünyanın neferleriyiz. Daha uygar bir dünya, kardeşçe ve daha iyi bir yaşam ve daha duyarlı, daha birikimli bir toplum; biz sanatçıların vazgeçilmez düşüdür. Bu yüzden sonunda, divan kurup yasa yapmayı da öğrendik.
Bu bağlamda: Sanat kurumlarımızın yokedilmesi girişimine sonuna kadar karşı çıkacağız! Susmayacağız, çünkü sanatçı son sözü karanlığa bırakmaz!
Şunu söylemek ve savunmak, büyük savaşçı ve büyük sanatkâr Mustafa Kemal’e, cumhuriyetin kurucularına, yurdumuzun sanat öncülerine, bizleri yetiştiren aziz öğretmenlerimize, halkımıza ve tarihe karşı borcumuzdur:
Er ya da geç, yurdumuzda bilim ve sanat özgür, kurumları özerk olacaktır!…

17 Şubat 2015 Salı

AST Şen'lendi

Çiçek Abbas'tan konuşuyorduk…

Şener Şen: Bazı oyuncuya bazı özellikler yakışır, Ertem (Eğilmez) Abi'nin küfür etmesi gibi… Bir de Sinan tabi azdırdı; yönetmen Sinan Çetin'in yeni filmlerinden biri, daha bende milli şuur uyanmamış oyunculuk anlamında, daha kendimi arıyorum, müşteri buldun mu coşuyorsun. Sonra…O tuzaklara düşmemeyi sonra öğreniyorsun. Bir emek işidir bu. Seyirci, adamı bir yerlere götürüyor
Mehmet Atay: Bir de genel çizgi iter sizi oraya, yapının genel çizgisi oralara götürür, geride kalamazsınız.
Şener Şen: Ama başı ben çekiyorum, en sivri benim, ben düzelsem, öbürleri de düzelecek. (usta gülüyor ve biz de gülüşüyoruz)
Sinan da… Gidiyor beş dakika gülüyor, öyle geliyor, bakamıyor filan. 'Ya böyle adam mı olur?' diyor.
Usta devam ediyor konuşmaya; Hayır, şeyleri kabul ediyorum mesela işte; Süt Kardeşler'de, orada da; üslup, geleneksel tiyatronun uygulanması
Pembe Panter'deki ana komik Peter Sellers'ı alıp oradaki Dreyfus'a eşdeğer rol olan Komutan' a uygulamak sizin fikriniz miydi?
Şener Şen: Doğru… Hani zar.. tavla oynarken, fincanda atacaksın, tekniği budur derken, o arada kahve gelir filan; Bunlar Ertem Abi'nin bayıldığı şeyler. 'Bu, karıştırsın' der. Bir elinde kahve, bir elinde zar, karıştırır; zarı yutar, kahveyi de döker. (gülüşmeler)
Çocukken izledik mutlu olduk ve hala da mutlu oluyoruz, çünkü hepimiz o zarı yutuyoruz. Yol boyu Mahir'le (İpek) de konuştuk, ne saçmalıklar vardı. Ama şimdi yapamayız tabi, o zamanki o enerji yok. Oradaki, Ertem Abi'nin yönlendirmesiydi.
Vedat Çuhadar; Yavuz Turgul'la beraber miydiniz o zaman?
Şener Şen: Yavuz Turgul'da o zaman o ekibin içindeydi, o da coşardı. Yani.. Şekarpare'yi yazan, Davaro'yu yazan Yavuz… Bunların, Eşkiya'yla ne alakası var, Muhsin Bey'le ne alakası var?..ama onları da yazan Yavuz, onda da o yatkınlık var, fakat kendi çekmeye başlayınca ayrı bir yeri oldu.
Vedat Çuhadar: Var mı bu aralar yeni bir…
Mahir İpek: -teklif yok abi. (gülüşmeler)
Hakan Güven: Ast'a gelecek diye duyduk.
Şener Şen: (Mahir İpek'e hitaben) Yalnız bunda gerçek payı da var ama hiçbir öneriyi okumam demiyorum-dizi dışında, dizi yapmıyorum o ayrı- sinemada ne gelse beş sayfada belli oluyor ne olacağı ama ağlaya zırlaya okuyorum, yani ne olacak diye beyinleri merak ediyorum. İyi diye gönderen beyin aslında değil. O kadar değişik ki,.. ama bunu beğenenler var, ben başka bir yerden gelmişim, yani benim gözüm başka, Arzu Film ekolü.., gözüm başka, ama onların tutmuyor. Onlar filmine ne heyecanlanıyor; 'Çat'-mat 'yaptık', 'bitti' ama öyle olmuyor işte.
(Sessizlik olur. Mehmet Atay, saatine bakar.Kulise gitmenin zamanı gelmiştir.)
Şener Şen: Oyunun süresi ne kadar?
Hakan Güven: Bir buçuk saat.
Şener Şen: İki bölümün mü?
Hakan Güven: Arayla birlikte iki saati bulmuyor, bir saat kırkbeş dakika.
Şener Şen: İyi, gayet iyi.
Vedat Çuhadar: Şey de var... kimse görmez, sıkıcı bir oyun da onun için söylüyorum, uyusanız da kimse görmez locada. Gömerim Mahir'i hemen…

Şener Şen : Geldik, dinlendik, dayanırız bir buçuk saat. (gülüşmeler) Ya… Şimdi her oyun değil ama… Bazı kötü oyunlar tabi çekilemiyor, ben de meraklıyım halen gidiyorum. Yani iyi birşeyler de görüyorum ama bazen de Allah…
Vedat Çuhadar: Çıkamazsınız da, değil mi?
Şener Şen: Normal bir seyirci olsan çıkarsın, e şimdi biz çıksak… o hakkım da yok yani. Bir de şey olur; ya gelme.., ya da oyuncu psikolojisini iyi bildiğim için… yani çıkmak kötü gelir.
Vedat Çuhadar:  Tabi tabi. Bir de o iletilirse çocuklara, yani oynayanlara-
Şener Şen: Yazık olur.
Vedat Çuhadar: Evet.
(Kısa bir sessizlik olur.)
Mustafa Bilgin: Böyle birşeyler okudum; fabrikalarda filan çalışmışsınız, öğretmenlik yapmışsınız.
Şener Şen: Yapmadığımız iş yok. Ama o bir yandan da iyi olmuş yani, toplumun her kesimini tanıdık. Bir gurme gibi yetişsek, zor; o şimdi bilmez... herşeyi. (gülüşmeler)
Hakan Güven: Bugün çok andık adamı yahu…
Şener Şen: Şimdi kimi yazarlar da…Burjuva yani… Yurtdışında oku, adada büyü filan… Görmeyince yani.., birşeyleri farkedemezsin. Ama biz gecekonduda büyüdük. Babam da oyuncu ama öyle parlak bir ekonomik durum da yok. Filmden yevmiye alırsa işte eve birşeyler getiriyor. Yoksa bekliyoruz iş çıkacak da biz de birşey yiyeceğiz diye.
Mustafa Bilgin: Kaç kardeştiniz hocam?
Şener Şen: 2, bir de kız var; 3. Üç kardeşiz. (O esnada anlıyoruz, yanında gelen beyefendilerden biri kardeşi, diğeri ise Sabahattin Bey) Sabahattin Bey eski arkadaşımız. 1967'de tiyatroya ilk girdiğim sene idari bölümdeydi Sabahattin Bey. Oradan kalan bir-iki arkadaşım var. Bir de Kayhan Yıldızoğlu var. Hani emekli Bizans İmparatoru (nükte üstüne gülüşmeler) Bir de o var. Başka da yok o dönemden. Başar var, Tijen var, birkaç kişiyle görüşüyoruz, bir kısmıda doğal nedenlerden yok, azalıyor gittikçe. Eceliyle ölenler var. (gülüşmeler) Bizim Kabadayı'da var öyle; 'eceliyle ölenlerin şerefine' diye…
Mustafa Bilgin: Sizin Gölge Oyunu ne güzeldi.
Şener Şen: (dalıp gider) güzeldi evet.
Vedat Çuhadar: Abi, içinize sinmeyen birşey var mı peki?

Şener Şen: Şimdi… Benim iki bölüm sinema oyunculuk dönemi. 84'e kadar olan bölüm; Arzu Film müthişti. O Süt Kardeşler, Şabanoğlu Şaban… onlar çok keyifliydi. Ekibin içindeydik, 'sen bunda oynayacaksın' dediklerinde 'tamam' diyip oynuyorduk. 84'ten itibaren ben başrol oynamaya başladım; o da Namuslu ile başladı. Namuslu'dan sonraki her projeyi ben seçtim. Beğenmediğimde oynamadım; hiçbirinde. Halen de öyle devam ediyor, o yüzden birşey yapamıyorum. (gülüşmeler)
Vedat Çuhadar: Mesela 'Sultan' filmindeki bakkal rolünüz ufak bir rol olmasına karşın halen akıllarda.
Mustafa Bilgin: Peki size beğendirmek için bir proje 'nasıl' olmalı?
Şener Şen: Ben de bilmiyorum. Yani bilsem, yazarım. Ama şeyi hissedebiliyorum; olabilir mi, olmaz mı.
Mustafa Bilgin: Duruş mu önemli hocam? Duruşu mu önemli projenin, zeka pırıltısı mı?
Şener Şen: Bence senaryo. Senaryonun gücü. Çünkü bizim yaptığımız herşeyde senaryo çok güçlüdür. Dikkat edin herşeyde. Gönül Yarası…başka örnekler, basit komedilerde bile… Davaro… Davaro bence okullarda senaryo dersi olarak gösterilmelidir. Şekerpare… Bunlar basit komedi gibi görünüyor ama, müthiş bir dramatik yapı var. Biz şuna güvenmeyiz; bana derler ki; 'abi, sen ol yeter'. Hiç öyle birşey olur mu? Doğru-düzgün bir proje, senaryo yoksa ben ne yapacağım orada? Öyle yönetmenlerle de çalıştım. Rahmetli Hulki Saner, onunla da yaptım bir-iki film.

Bak Yeşil Yeşil diye bir film var; Ahmet Özhan… Orada kötü oyunculuk dersi verilir benim oynadığım rol ile. Komedi pisliktir…Yani...Bir insan ne kadar kötü oynayabilir? O da işte yönetmenin yönlendirmesidir. Rahmetli; 'Şener, komik yürü yahu' diyordu; komik yürümek için ne yaparsın, kıçını dışarı çıkartıyorsun, yönetmen 'hoaaah' diyor… O evrelerden geçtim ben yani, sonra yavaş yavaş tabi bilinçlendik,
hele başrol oynamaya başlayınca. Sonra kendim seçtim, nasıl oynayacağıma da daha çok kendim karar verdim. Ama öyle yerlerden geçiyorsun, başka yolu yok. Ha şu var; öyle projelerde 'yer almak' bir de hep öyle kalmak var. O zaman da hiç konuşmaya gerek yok, yolun 'açık' olsun. Vardı, öylesi de çok var. Ona güveniyor, o iyi zannediyor işte. Herşey değişiyor. Bizim de gelişmemiz, kendi içindeki evrim… Ama ben çok risk aldım. Yani benimki öyle herkesin yapacağı bir iş değil. Ters çevirdim öyle; allak bullak. Bir de sinemada da halk seni Badi Ekrem olarak görüyor, üçkağıtçı kırsal kökenli adam; 'hani köprünün kenarına kamyonla getirip adamları Almanya diye bırakan adam'. Şimdi buralardan Muhsin Bey oynuyorsun, Namuslu oynuyorsun, Eşkiya oynuyorsun. Çok zordur, bu değişimi seyirciye kabullendirmek çok beladır yani.
Vedat Çuhadar: Mesela Kemal Sunal böyle birşey yapabilir miydi?
Şener Şen: Şimdi Kemal'in…Kemal o kadar çok yaptı ki o salak tiplemesini; Salako, İnek Şaban hepsi aynıdır. Sonra dönemedi. Bir de para o kadar…-o zaman televizyon yok, hiç birşey yok- ekonomik olarak vazgeçemiyorsun. Yılda 12 film yapıyor Kemal; oniki. Kemal'in 200'e yakın filmi var. 12 film yapıyor ve rakamı da- o ara Türkan Şoray, Cüneyt Arkın'ın 50-60'sa Kemal'inki de-125. Yani rakam 'böyle' farklı. Bundan da öyle kolay kolay her babayiğit vazgeçemez. O arada 'yok ben namuslu oynayacağım, ben Muhsin Bey oynayacağım' diyemez tabi.
Sabahattin Bey: Haftada kaç defa oyun oynuyorsunuz?
Hakan Güven: Cuma, cumartesi, pazarları oynuyoruz. Hafta içi olmuyor yani. Oyuncu arkadaşların büyük bir bölümü İstanbul'da da çalışan arkadaşlar olduğu için, onlar sadece hafta sonunu setlere 'benim oyunum var' diyerek kurtarabiliyorlar.
Şener Şen: Haftada 4 oyun mu oluyor?
Hakan Güven: Cuma; tek oyun, cumartesi; matine-suare, 2 oyun, pazar; matine, tek oyun.
Mustafa Bilgin: Bu hafta 2 oyun var!
Vedat Çuhadar: Bu hafta çıkardık; kurslarımız var. Mahir anlatmıştır Akademi-AST. Kurslarımız var… Hafta içini de öyle değerlendiriyoruz.
Şener Şen: Ha, şey mi var; oyunculuk, diksiyon,..
Vedat Çuhadar: Diksiyon, oyunculuk dersleri, yaş grupları var. Karşı binada da bir yer tuttuk şimdi, bazı derslerimizi de oraya kaydırdık. Turneler de haftasonuna denk geliyor mecburen. Mahir başta olmak üzere, arkadaşların bir kısmı İstanbul'a gitmek durumunda olduğundan…
Hakan Güven: Ankara'da için çok zor aslında, yani bağımsız bir ekip… Yani çünkü-tabi bu konuda kimseyi suçlamıyoruz doğal olarak- bir ekmek savaşı tabi. İnsanlar İstanbul'u artık...
Şener Şen: Burada İstanbul kadar çok özel tiyatro yok değil mi?
Hakan Güven: Hiç yok. Bir tek Ankara Sanat var.
Mustafa Bilgin: Bizim sokakta bir tane tiyatro daha var.
Vedat Çuhadar: Geçen hafta yaptığımız toplantıya 150'ye yakın insan katıldı-tabi hepsi değildi ama- bir sürü tiyatroyu orada öğrendik.
Hakan Güven: Ankara'dan bir tek AST vardı.
Vedat Çuhadar: Evet bir tek biz gitmiştik. Yani rakamın bu kadar olduğunu ben o gün orada gördüm.
Mustafa Bilgin: Var da yeraltı var; ufak-tefek.
Vedat Çuhadar: Yani ufak tefek-
Hakan Güven: Var tabi, ama ben onlara iki oda bir salon tiyatroları diyorum. Apartmanın 2. katında bir daire tutuyor, ful doluyuz diyor oyunlarda; nasıl yani?
Şener Şen: Evet, 30-40 kişilik salonlar var. Ama orada çocuklar yetişiyor. Çok iyi çocuklar yetişiyor. Çok ilerici, çok özgür oyunlar oynuyorlar yani.

Hakan Güven: Kesinlikle. Ben yaptıkları işi şey yapmak adına söylemiyorum-
Şener Şen: O coşku iyi birşey.
Fatoş Suna: (Şener Şen'e) Yarın akşamda burda mısınız hocam?
Şener Şen: Yarın öbür oyunu da seyredeceğim. Mahir'le konuşuyorduk gidelim gidelim ne zaman gidelim filan. Geçen hafta dur dedim sana hafta başı cevap vereyim. Bir allem kallem; işte bizim arkadaşları da yolladık, Tuncer peki dedi, Sabahattin… Arabanda yer var mı, önce o (gülüşmeler)
Vedat Çuhadar: Olmaz mı?
Hakan Güven: Çok iyi ettiniz; çok sevindik yani.
Şener Şen: Ben seviyorum yani; neler oluyor, ne oluyor? Bir de Mahir, çok eski arkadaşımız. Yani Mahir'le Cihangir'de biz tanıştık, nerdeyse 10 sene önce filan. O da oralarda -çok gülerdik tabi- Mahir'i size anlatmayayım ben şimdi. Çocuk da yeni daha o zaman, olmuş. Kaç yaşında şimdi, 11 yaşında filan değil mi? (Söz İpek'ten bahsediyor) Cihangir de daha bu kadar medyatik değil. Çıkıyoruz kafelere filan ama-ben de orada oturuyorum- geliyor; 'çıkalım abi kafelere filan bakalım iş var mı, bakalım' diyor. Oturuyoruz; iş var mı 'yok', sende var mı 'yok'. Sonra Eylem Yıldız diye bir kız vardı, Barış Pirhasan'ın asistanı o dönem; kasting yapıyorum ben diyor. Biz gidiyoruz başına, Mahir incelemeye başlıyor kağıtları. Kız size göre bir rol yok, bir imam var diyor. Mahir başlıyor ezana 'allahu ekber, allahu ekber' diye. Yahu bak girerim, gireyim ben seçmelere. Akşam oluyor diyor ki 'kadına ne diyeceğiz?' Bari bir senaryo ver de diyor, eve koltuğumun altında bununla gideyim. Yani eve gidecek de, boş gitmeyeyim diyor. Sonra Veda'ya diyecek ki; 'bunu verdiler, ben karar vereceğim' (gülüşmeler) Sonra Gülse (Gülse Birsel'den bahsediyor) Cihangir olayını işledi biraz. Ama insanın içi parçalanıyor; bir dizide genç çocuk, ünlü oluyor, o ara zannediyor ki hayat hep öyle devam edecek.
Hakan Güven: Müthiş bir tokat.
Şener Şen: Borçlanıyor, araba alıyor. Dizi kalkıyor…yürek paralayıcı durum. Bir sene, iki sene, üç sene; arayan yok, soran yok.
Sabahattin Bey: Sinemayla dizi farklı birşey.
Mustafa Bilgin: Aslında aynı şey de olabiliyor. Yurtdışında bunu başarıyorlar da, Türkiye'de henüz değil. Ancak süre anlamında aynı şey oluyor; 90 dakikalık dizi çekiyorlar.
Sabahattin Bey: Şimdi sinemada oynamak farklı birşey ama şöyle; eğer o senaryo iyiyse, gerçekten iyi bir senaryoysa orada ortaya çıkabilir ama-
Şener Şen: İnsanın bir de ünlü olması, belleklerde kalması, öyle bir olayla, iki olayla olacak birşey değil. Bir de dizide herkes seni oradaki karakterinle hatırlıyor. İşte bilmem ne değil mi o, ya da Kıvanç'ın (Tatlıtuğ'dan bahsediyor) yanında oynayan çocuk değil mi? Yani isim öğrenmesi, başlı başına olay. Yani oyuncu olarak sizin gerçek adınızı öğrenmesi 5-10 sene alıyor yani. Bir yerde bir daha, bir daha, bir daha; hep sınav veriyorsunuz.
Vedat Çuhadar: Abi, buraya bile gelip şunu soruyorlar; oyunun adı, kimin yazdığı değil; kim oynuyor dizilerden.
Şener Şen: O yüzden koydum Kıvanç'la ilgili örneği. Satarsınız, ful gider, arap kadınları bile gelir yani. İstiklal'de Kıvanç'ın reklamı varken gördüm arap kadını camın önünde fotoğraf çektiriyor afişle.
Hakan Güven: Hayda!
Şener Şen: Zaten kadınlar arasındaki adı da Kıvanç Tatlı-şey (gülüşmeler)
Vedat Çuhadar: Abi oscar'da filan birşeyler yapabilir miyiz, çok fazla ısıttılar ama?
Şener Şen: Biz iki defa gittik. Bir Eşkiya'yla gittik, bir de Gönül Yarası'yla. Aday 5 film seçiliyor, o zaman adaysın. Gene belli değil. Ama aday adayı 80 tane ülke var. Şimdi orada biz, durumu iyi kavradığımız için, bunlar bana komik geliyor. Oscar'dan çok farklı bir alan bu yabancı film Oscar'ı. Hiç alakası yok. Sadece salona sokuyorlar seni bir ara hani. O da aday 5 film arasına girersen. Oyuncular ve yönetmen-o da belli kişiler- girebiliyor. Onlar kendi aralarında seçiyor en iyi oyuncu, en iyi film. Yani amerikan endüstrisi, sanayi; öyle dönüyor. Yabancı film Oscar'ını onlar seyretmiyor bile. Değerlendiriyor, başka bir kategoriden; ne kadar emekli oyuncu, yönetmen, evinde oturan varsa, DVD gönderiyorlar, onlar 1 ay kapanıyor, işte karısına soruyor o da 'Martha, bu nasıl iyi mi?' filan diye (gülüşmeler) öyle karar veriyorlar. Bir de tabi çok siyasal etkenler rol oynadığı için, mesela dikkat edin genellikle ispanyol filmleri alıyor. Niye? Dünyada en çok konuşulan dil ispanyolca. Tamamen ticari, işte ordan birini seçerse 'yaşa, nurol' alkış…diye seyirci canlı tutuluyor tabi. Türkiye pazarı ne kadar önemli, işte sen müslümansın. Ne zaman türkiye parçalanır; bir kısım oraya, bir kısım oraya; o zaman Oscar'ı alabiliriz. Titr-i Amerika biz geliyoruz derken, topraklar gider. Böyle bir politik yönlendirmesi de var. Sana durup duruken-bir kere hristiyan-müslüman çatışması var- bir kere Meltem (Cumbul'dan bahsediyor) çok uğraştı -ki Meltem'den daha beceriklisi yeryüzüne gelmemiştir.- o bile baktı, olmadı. Abi sana niye yedirsinler? Amerikan sanayi'nin 4. gücü sinema. Atom, fizik, otomotiv bilmemne; çelik; o kadar büyük bir endüstri ki. Gel seni star yapalım,  başrol oyna; nesin sen? Türk-müslüman. Olmaz böyle şey!
Serpil Baydar: Reklam amaçlı mı oscar?
Şener Şen: Halk bunları ne bilsin, oradakilerin haberi yok, bilmiyor Yılmaz kim; burayı besliyorlar, buraya çalışıyorlar. Ha şu olur, hakikaten bir politik durum olacaksa, hani nasıl arjantin'de futbol ile idare ettiler halkı, biz de işte nihayet Amerika bize geldi, Oscar'ı aldık filan derken bir de bakmışsın...
Serpil Baydar: Ablam San Diego'da hocam. Orada Hollywood'a gittik. 250 dolar karşılığında bir filmde oynamak mümkünmüş, bunu gördük.
Şener Şen: Bir de bak; A,B,C; bütün buraya gelenler; Brad Pitt, Angelina Jolie filan, bir de B,C,D kategorileri var. İstersen adına film de çekersin. Orada oynasan ne olur, oynamasan ne olur.
Mustafa Bilgin: Ama kötü bir yatırım bu. Eski dizileri güzeldi, doktor vs. ama aile babası olmadı.
Serpil Baydar: Yeni film var mı hocam?
Şener Şen: Yok, işte bekliyoruz.
Serpil Hanım: En son Av Zamanı mıydı?

Şener Şen: Evet.
Mustafa Bilgin: Size yazmıyorlar mı senaryo?
Şener Şen: Geçen hafta 2 tane okudum.
Serpil Baydar: Hep Yavuz Turgul mu diyorsunuz?
Şener Şen: Yani malesef dönüp dolaşıp Yavuz Turgul'dan iyi proje geldiği için onda oynuyorum ve bu da 'başka bir yerde oynamaz' gibi bir iz var. Onu kırmak için paralanıyorum. Ama okuduklarım…
Mustafa Bilgin: Cem Yılmaz, size teklif getirmedi mi? Yani senaryoyla gelmedi mi; Hokkabaz filan gibi?
Şener Şen: Cem genellikle projelerini kendi yapıyor. Gora-mora, Yahşi Batı Cem'in kendi projeleri. Onun beyni başka çalışıyor yani…

(karakalem çalışma: serkan avcı, http://zaartayfa.blogspot.com.tr/ )

HALKTAN BİRİ

Mehmet Atay ile Ropörtaj

Tiyatro, televizyon, hocalık, radyo tiyatrosu ve dublaj gibi pek çok dal üzerinde emeğiniz var. Sizin için hangisi daha önemli ?
Mehmet Atay: Önem açısından konuştuğumuzda bunlar birbirinden daha önemli şeyler değil. Hepsi bir altyapının ürünü, devamı. Benim oyunculuğumun, oyunculuk konusunda gördüğüm eğitimin ve tecrübenin oralardakı yansıması. Hepsi tek başına birer ürün değil. Gördüğümüz dramatik  eğitim ve diksiyon eğitimi bize bir altyapı, bir destek veriyor. Dublaj yapabiliyoruz. Devlet Tiyatroları’nda oyunculuk yapabiliyoruz ya da belgesellerde seslendirme yapabiliyoruz. Önemden ziyade bizim görevimiz bu. Konservatuar eğitiminde görevlerimizden bir tanesinin de doğru ve güzel Türkçe’yi halkla buluşturmak olduğunu söylerlerdi. Biz de bunu bir görev adlettik hep. Hala da devam eden birşeydir bu. Topluma yayınlanacak, yayın anı içine girebilecek herhangi bir ürün konusunda -bu bir belgesel de olabilir bir radyo tiyatrosu da- pek naz etmeyiz ve bunları gerçekleştirmek isteriz.
Sizce bir oyunu iyi yapan nedir? Bir tiyatro oyununda neler ararsınız ?
Mehmet Atay: Birçok faktör var. İyilik göreceli birşeydir. Bir tiyatro oyununu seyredersiniz ve sizin duyarlı olduğunuz noktalarla buluşmayabilir, çünkü her insanın duyarlı olduğu noktalar vardır ya da kişinin kendi birikimiyle ilgili sanatsal  bir zevki oluşmuştur . O yaşamsal birikim onda bir zevk düzeyi oluşturmuştur.  Onunla buluşursa oyun iyidir. Siz onla buluşturmayı becermişseniz o oyun iyidir. Tabi bu kadar da değil. Bu seyirciyle oyun arasındaki ilişkidir. Bir tiyatro oyununun kaliteli olabilmesi için oyunun yazarından başlayarak rejisörüyle devam eden ve oyuncuların kastıyla, oyunun sahneye koyuluşuyla ilgili bir süreç var. Bunların her biri ayrıntılı işler.  Eğer bu üç müessese gereken özeni gösterirse -dördüncüsü de seyircidir-iyi bir tiyatro, iyi bir oyun çıkar. Ondan sonrası zaten teknik birşeydir.
Radyo tiyatroculuğunda, sahneye çıkmadan birinin zihninde bir karakter yaratmak sizde nasıl bir duygu uyandırıyor?
Mehmet Atay: Bu benim zaten çok hassas olduğum, eğitimim ve ondan sonraki profesyonel hayatım süresince özel dikkat gösterdiğim bir konu. Sesle anlatımı bir tasarım aracı olarak düşünmek ve düşündürmek benim özel alanım olmuştur daima. Onun için bu soru benim açımdan doğru bir sorudur. Birşeyi okumak, işitmek, dokunmak gibi yollarla sunduğunuz zaman, sizin kafanızdaki şey karşı tarafa olduğu gibi geçmez. Muhakkak dinleyicinin kafasında ve hayalinde oluşturduğu şey onun kendi birikimi ile ilgilidir. Bu işitsel de olsa aynıdır, kitap okuyorsanız da aynıdır. Gözle algıladığımız şeyler dışında. Göz birebir bir aktarım aracıdır, işitselle bütünleşirse bir de. Meşhur bir fil hikayesi vardır bilirsiniz. Herkes  filin bir tarafına dokunur, her biri ayrı bir şeye benzetir fakat toplamda birşey çıkmaz çünkü herkes onun sadece bir parçasına dokunmuştur. İşte işitmek, okumak ve dokunmak da aynı etkiyi bırakır. Dolayısıyla ne kadar çırpınırsanız çırpının, sizin kafanızdaki aktarmak istediğiniz şey karşı tarafa birebir geçmeyecektir.  Burda siz bir yol önerirsiniz dinleyiciye, kendi yolunuzu önerirsiniz, kendi yolunuzla, tasarımınızla buluşmasını istersiniz. Nekadar buluşturursanızm ona o kadar ulaşmışsınız demektir.


“Sesle Kitap” ın yayın hayatında başlama sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?
Mehmet Atay: “Sesle kitap” iki ayrı insanın, iki farklı yerlerde, farklı mecralarda olmak üzere  hayalini kurduğu birşey.  Benim ortağım Yetkin Yağmur bir stüdyo sahibidir aynı zamanda. Onun kafasında çocuklar için bir sesli kitap projesi varmış. Bu özel bir ihtisas alanı oldugu için çocuk konusuna pek girmiyordum. Ben daha çok büyükler için, internet üzerinden yayınlanacak bir sesli kitap düşünüyordum.  Bizi bir tesadüf bir araya getirdi ve biz bu iki ayrı projeyi evlendirmiş olduk. 2009 yılında bunu resmileştirdik, ticari bir hüviyet kazandırdık.  İlk kitabımız Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale’si ile stüdyoya girdik ve o günden bugüne 89 adet kitap bastık. 
Sesle kitap okuma alışkanlığı olmayanlara bu alışkanlığı kazandıracak bir buluş. Sizce sesli kitap gerçek bir kitabın yerini tutabilir mi?
Mehmet Atay: Asla tutmaz. Tutkun bir kitap okuru olarak bunu söyleyemem, bu böyle birşey değil.  Sesli kitabın amacı kitaba alternatif olmak değil zaten, belki ilerde olabilir bilmiyorum ama şu an için bizim hedefimizde de böyle birşey yok. Modern ve metropolde yaşayan bir insanın bir takım sıkıntıları var, vakitsizlik gibi... Modern insan işine varabilmek için sabahın çok erken saatlerinde hayata başlamak zorunda. Dolayısıyla işine gidene kadar bilgiye ayıramadığı belli bir zaman dilimi var.  Bir de dönerkenini düşünelim bunun, dönerken de erken saatlerde eve gidememenin verdiği, yolda geçirdiği bir zaman var. Kitap okumak için ayıracağı zamanı başka sorumluluklarıyla da geçirebilir elbette. Modern insan dediğim metropolde yaşayan, bir ailesi ve çocukları olan bir birey. Dolayısıyla evine gittiği zaman eşine ve çocuklarına zaman ayırmak durumunda. Kitap okumak dediğimiz eyleme haftasonu tatillerini ayıracaksa ki bu dönem aile sorumluluğuyla ilgili başka meşgaleler de getirebilir,  okumaya yine zaman bulamayacaktır. Biz bu ölü zamana talibiz, sesle kitap buna talip. Mesela özellikle cuma trafiğinde ben buraya gelmeden iki saat önce evden çıkmaya özen gösteriyorum saat 7’de burda olabilmek için, çoğu zamanda da ancak 7’de burda olabiliyorum. Dolayısıyla ben de zamanımın büyük bir kısmını trafikte kaybediyorum. Yani bizler Ankara’da olsun, İstanbul’da olsun, aşağı yukarı günde en az iki saatimizi trafikte harcıyoruz. Teknik olarak sesli kitapta bir saatte okunan sayfa sayısı 30-40 sayfa civarındadır, iki saati de 60-80 sayfa arası düşünebiliriz.Yani günde 60-80 sayfayı ben bilgi için kullanmadığım, sadece reflekslerimi açtığım bir duyumla bir günde 60-80 sayfa  okuyabiliyorum işitme duyumu kullanarak. Bu haftalık olarak bir kitap okunması demektir. Gerçek kitabın yerini elbette tutmayacaktır ama  en çok da ben ihtiyaç hissettim zaten bu sesli kitaba. Uzun yolculuklar yapıyorum, haftada iki kere İstanbul’a gidip geliyorum ve yolculuk esnasında geçen zaman ölü bir zaman. Bu zamanı bilgiye tahlil edemiyorum ama ben okumak da istiyorum.  Yine belirtmek isterim ki; sesle kitap gerçek bir kitabi okumaya alternatif değil. Bana hiçbirsey evimde koltuğumda oturup, başucu lambamı yakıp, kitabımı açıp, o kitabın sayfalarını duyarak okuma keyfini veremez. Bir sonraki nesiller ne olacak bilemiyorum. Şimdi e-kitap  çıktı biliyorsunuz. Bence çok faydalı. Bu tip teknolojik şeylere karşı değilim. Tabletlerde bulunan e-kitaplik (kindle) yaklasik olarak 500 kitap barindiriyor ki bu da kütüphanemin çok önemli bir miktarını ben cebimde taşıyorum demektir ve bilgiye kolay ulaşılabildiğini gösterir. Bu alet hem sözlük vazifesi görüyor, üstünde not alabiliyorsunuz, kelime işlemi yapabiliyorsunuz ve içinde ton ve ruh olmayan, çok düz bir okuma dahi olsa kitabı size seslendiriyor. Buna ne kadar ihtiyaç duyulur bilmiyorum, mesela bir hukuk kitabını böyle okuyabilirsiniz ama bir Tolstoy’u böyle okuyamazsınız, bir süre sonra sıkacaktır. Bizler gözle okumayı, görsel işaretler kullanarak okumayı kutsallaştırıyoruz galiba. Bir görme engellinin braill alfabesiyle okuduğunu düşünün, o da temas yoluyla okuyor ve sizinle aynı kitabı okuyor. Başka bir duyu kullandığı için onun okuyamadığını, öğrenemediğini varsayamayız. Hayat zaten dinleme ile başlıyor. Öğrenme dediğimiz şey;  bebeklikten itibaren dinlemeyle başlıyor. İnsan önce görsel imgeler değil, işitsel imgeler kullanıyor derdini anlatabilmek için. “Anne”  diye yazmaktan önce “anne” demeyi öğreniyoruz, bunu da duyarak öğreniyoruz.  Görsel imgelere  daha sonra geçiyoruz. Kitap okurken daldığım zaman bir önceki satıra dönme şansım var, bu beni belki uyuşukluğa da sevk edebilir biraz ama dinlerken böyle bir şansım olmadığını düşünebilirim.  Takipte daha dikkatli olma yoluna gidebilirim. “Sesle Kitap” okumayı nadir de olsa sevmeyenlere sevdirebilir ama okumaya az ilgi duyan insan, onu da okumuyor.
Devlet tiyatrolarında çoğu oyunun temsilden bir ay önce biletleri tükeniyor. Sizce halk bu kadar sanatseverken, Devlet Tiyatroları’nın kapatılma fikri neden gündeme geldi ?
Mehmet Atay: Politik bir konu. Bu ilk defa ortaya çıkmadı. Daha önce çeşitli dönemlerde de hükümetler tarafından  bu konu telaffuz edildi ama güçlü bir muhalefetle karşılaşıldı ve demek ki vazgeçildi. Şimdiki hükümet bu konuda çok ısrarlı. Kapatma gerekçesinin ne olabileceğini rakamlarla ifade ettiğimizde sağlıklı cevaplar alınamıyor. Maliyetten bile yol alınsa çok sağlıklı cevap alamıyoruz yani “bize maddi yönde bir dönüşü yok bunun” gibi bir iddia ile karşımıza çıkılıyor. Dönüşü olmayan bir çok şey var devletin ilgilenmesi gereken. Bu politik birşey diye düşünüyorum ama bizi de bir uyuşukluktan kurtarıyor galiba. Biz de birşeylere sahip çıkmamız gerektiğini anlayacağız böylece  çünkü şimdiye kadar böyle bir ihtiyaç hissetmemiştik. Oyuncu kendi sanatına daha çok sahip çıkacak herhalde, böyle bir etki tepki meselesi neticesinde. Seyirci de sanata daha çok sahip çıkacak, burdan böyle hayırlı bir sonuç çıkacak diye inanıyorum.  Ama yine de politik bir sebep olduğunu düşünüyorum. Kendi talep etmedikleri şeyi herhalde başkalarının da tüketmeyeceğini düşünüyorlar. 35 yıldır oyuncuyum, çok az siyasiyi ön koltuklarda gördüm şimdiye kadar, genellikle ön koltukları tercih ederler onlar biliyorsunuz.  Öncelikle toplum onları orda görecek ki; takip edecekler, sanatla kültürle ilgilenecekler. Sadece bu dönem için konuşmuyorum bütün dönemler için konuşuyorum.
Deneyimli bir oyuncu olarak sahneye çıkmadan önce neler hissediyorsunuz?
Mehmet Atay: Hayatım boyunca işimi iş olarak düşünüp yapmadım. Devlet Tiyatroları’nda da oyunculuk yaptığım dönemin hiçbir bölümünde işimi iş olsun diye yapmadım. Bu benim işim diye değil, sadece zevk aldığım için yaptım. Mesela bu oyunda da onu hissediyorum. İşimi iş olsun diye yapmıyorum ben, bundan zevk alıyorum. Ben sahnede de bunu görmek istiyorum, işini iş olsun diye değil, mecbur oldum diye değil, zevk alarak yaparsan o güzel birşey oluyor. Sanat bir meslek değil aslında, evet bir sektör ama onu yaparken onun bir meslek olduğunu unutmamız gerekiyor ki yaratma sürecindeki  duydugumuz heyecanımızı aşağıya geçirebilelim.
Bir oyunda yer almayı kabul etme süreciniz nasıl gelişir?
Mehmet Atay: Devlet Tiyatrosu’nda oyunculuk yaptığım dönemlerde karar vermek bir dönem için çok bizim elimizde olan birşey değildi. Distribüsyonlar asılırdı, içinde görevimiz varsa gider görevimizi yapardık. Ama tabi yıllar geçtikçe seçilmeye başlıyorsunuz, seçilerek size oyun verilmeye başlanıyor. Alternatifler de sunulabiliyor size. Bunların içinde alternatifleri değerlendirmeye başlıyorsunuz. Bunların içinde de bir rolü kendime yakın bulmak, ona birşey katabileceğimi hesap etmek gibi şeyler giriyor işin içine. Bir de hep dikkat ettiğim şey; oyunun tamamı benim emeğime değebilecek şekilde, aşağıya birşey söylemeli. Ben kurtlarımı dökebilirim ama bu oyun aşağıya ne söylüyor?  Ben şov yapabilirim o oyunda, ama “Neyi anlatacağım? Aşağıya ne söyleyeceğim? Bu emek nereye gidecek?” diye sorgularım. Tabi bu hemen başlarda olacak birşey değil. Meslek de bir süre sonra bir bilinç istiyor ve zamanla daha bilinçlenmeye başlıyorsunuz. Başlarda gençlik heyecanları giriyor işin içine, bilmiyorsunuz, sizi sürüklüyorlar biryerlere. Ondan sonra tiyatroda daha bilinçleniyorsunuz ve bu soruları sormaya başlıyorsunuz. Bana gerçekten “senin bu” dedikleri oyun çok gelmiştir, gerçekten “benim bu” evet, gerçekten bu oyunda harikalar yaratırım, belki çok da güzel kurtlarımı da dökerim ama ne yapacak bu oyun?  Türkiye’nin gündeminde böyle bir şey var mı? Bu oyun ne söyleyecek aşağıya? Seyirci kiminle özdeşleşicek diye sorduğumda ben aşağıya birşey söyleyecek bir oyuna vermek isterim emeğimi ki; değsin.
Şu anda Ankara Sanat Tiyatrosu çatısı altında tiyatroya emek veriyorsunuz. Aynı zamanda Devlet Tiyatroları’ndan da emeklisiniz. Özel tiyatrolar ve Devlet Tiyatroları kimi zaman birbiri ile çatışabilen iki kurum. Bu konuya nasıl bir yorum getirmek istersiniz ?
Mehmet Atay:  Aslında çatışan birşey yok. Devlet Tiyatroları’nda da politik tiyatro yapılıyor...idi. Yani biz yaptık. Devlet Tiyatrosu’nda da Brecht oynadım ben. Devlet Tiyatrosunda ajit prop yapılmamıştır belki ama politik tiyatro yapılmıştır. Ajit propu özel tiyatrolar da artık yapmıyorlar çünkü devri bitti. Devlet Tiyatrosu’nda yapılan oyunların eğer içeriğine bakarsanız çoğu zaten politiktir. Bir iki tane istisna olabilir. Edebi kurulda bir oto sansür vardır elbette. İki dönem edebi kurul üyeliği de yaptım. Bunların içinde, Devlet Tiyatrosu’nda olmaması gerektiğini düşündüğüm oyunlar da var. Etnisiteyi körüklüyorsa, bizim ortak değerlerimize saldırıyorsa böyle bir oyunu ben de istemem, ne kadar politik olursa olsun. Devlet Tiyatrosu’nda olmaması gerekiyor diye şerh düştüğüm oyunlar elbette olmuştur. Bunu dışarda yap dersen ben yapmam yine.  Benim de bir politik bakışım var, kırmızı çizgilerim var. Oyuncu olmak her oyunu her ortamda kabul etmek anlamına gelmiyor.
Sanat yaşantınız boyunca keşke şunu şöyle yapmasaydım dediğiniz bir durum ya da anınız oldu mu?
Mehmet Atay:  Hiçbir durumum yok. Ben sanat yaşamım boyunca ilk sahneye çıkışımdan şu ana kadar hep mutlu olmuş bir insanım, çünkü ben sahnede hep mutluyum . Hiçbir anını boşa geçirmedim. Küçük büyük demedim, her rolden zevk almaya çalıştım az önce söylediğim gibi. Sahnede zevk almadan duruyorsanız, o işe inanmadan duruyorsanız, dünyanın en ızdıraplı işi haline gelir.
Şiir de okuyorsunuz. Şiirin tiyatrodaki yerine bakış açınız nasıldır?
Mehmet Atay: Şiir çok sık okuduğum birşey değil benim . Çağırırlarsa; iyi okuduğumu söylüyorlar. Şu şiiiri bize bir okur musunuz diyorlar, ben de okuyorum. Bunun için özel birşey yapmadım şimdiye kadar. Şiir kendi başına birşey zaten. Şiir tiyatroda okunmak zorunda değil, burda da okuyabilirim sahnede de okuyabilirim, bir dost toplantısında da okuyabilirim. Şiirin bence bir sahneye ihtiyacı yok. Ama şiir oyunlaştırılıyorsa elbette bir sahneye ihtiyacı var. Onda da rahmetli ustalarımızın çok güzel çalışmaları var.  Hatta Hakan Gerçek’in çok güzel bir Cemal Süreyya çalışması var, rahmetli Müşfik Abi’nin Orhan Veli çalışması var. Şiiri çok güzel sahneye aktaranlar var, bu çok özel bir çalışma ama nerden bakarsanız bakın şiir çok öznel bir konu. Koskoca bir öyküyü mısralara sığdıran ve özetleyen bir sanat, bulmaca gibi aslında. Orhan Veli de olsa, Cemal Süreyya da olsa, üst gerçekçi bir şair de olsa bu, bir bulmaca haline geliyor çünkü kendi hayatıyla çok ilgili, kendi hayatıyla ilgili simgeler işaretler taşıyor. Koskoca bir öyküyü bir cümleye sığdırıyor, sığdırmayı tercih ediyor, onun için çok öznel birşey, kendine ait olan birşey. Biz de yapıyoruz bazen, arkasına müzik koyarak yapıyoruz ama böyle birşeye hakkımız yok, onun kendi içinde zaten bir müziği var. Biz onun arkasına olmadık bir müziği koyuyoruz. “Sesle kitap” ta böyle çalışmalarımız var ama müziği oraya koymamızın amacı bir seperasyon yapmak, yani çok birbirine benzer şeylerde bir ayrıma gitmek, hayal gücünü beslemek için.  Bu çok da doğru birşey değil aslında. Örneğin; “Üç Nokta” diye bir edebiyat dergisi var, onlar rica etti 150 adet yeni şairlerden şiir okudum. 150 şiirin hiçbiryerine müzik koymadık çırılçıplak bıraktık onları.
Değerli vaktinizi söyleşimize ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz
Mehmet Atay: Rica ederim ben teşekkür ediyorum.

Pırıl Ertem-17.01.2014-AST





9 Şubat 2015 Pazartesi

Misafir Etkinlik: American Drama Group

American Drama Group Kurucusu Grantly Marshall ve Peter Pan Oyununun Yönetmeni
Peter Joucla ile Roportaj
-Peter Pan’i sahnelemek istemenizdeki sebep nedir ?

Peter : Peter Pan’in kitabından önce tiyatro oyunu yazıldı, bu nedenle onun tiyatroya çok yakıştığını düşünüyorum. Seçmemizin nedenine gelince Peter Pan’in hem çok ilginç bir hikaye olmasi, hem de fantastik bir öykü olduğu için de çocukların ilgisini kolayca çekebilmesi diyebilirim. İzleyicimizin tiyatroyla büyüyebilmesi için onları küçük yaştan itibaren yakalamamız şart. Peter Pan en az çocuklar kadar yetişkinlere de hitap eden bir hikaye ; çünkü hep çocuk kalmak isteyen, yuva kurmaktan kaçan, yaşlandıklarında bile sürekli genç ve güzel kadınların peşinden koşan erkekleri konu alıyor. Hikayenin derinine indiğimizde her heteroseksüel çiftin yaşadığı sorunları ve çelişkileri görüyoruz. Kadınların güvence, erkeklerin özgürlük arayışı. Genç kadınların bu oyunu izleyip gerçek hayattaki Peter Pan’lerin farkına varmalarını istedim. Peter Pan’ler büyüleyicidir, onlarla olmak heyecan vericidir fakat yaşlandığınızda sizi bırakırlar. Kırışmış yüzünüz onlara zamanın geçtiğini hatırlatır. İşte bu yüzden Peter Pan evrensel bir hikaye . Şunu da belirtmek isterim ki ; oyunun son sahnesini izlerken hep gözlerim dolar, çünkü ben de o Peter Pan’lerden biriyim.
-« Evrensel » i nasıl tanımlarsınız ?
Peter : Öyle İngiliz oyunları var ki ; evrensel özellik taşımazlar, sadece İngiliz kültürünü yansıtıp, İngilizlere ve Amerikalılara hitap ederler. Ama öyle eserler de vardır ki ; okuyanın kalbine dokunur. Dünyanın dört bir yanındaki insanlar o duyguyu kalplerinde hisseder.  Sevgi ve siyaset kendini en evrenselce hissetirebilen iki kavramdır bence. İyi sanat evrenseldir.  Genç,yaşlı,iyi,kötü gözetmeksizin her düşünceye hitap eder.
-Peter Pan oyunundaki müzik, kukla ve hareketler bütünü nasıl bir araya geldi ?
Peter : Oyunun müziklerini ben yaptım. Ben bu oyunu yönetmekten ziyade sadece müziklerini bestelemek istemiştim. Birçok yerde karşıma « beş » sayısı çıkar. Rakamların da değişik kültürlerde mistik bir yanının olduğuna inanılır. Ben beş sayısını Peter Pan’le özdeşleştirdim . Peter beş harfli bir isim, müzikleri bestelerken beş vuruşluk yaptım, beş adet oyuncumuz var, daha geniş sahnelerde beş dekor ve beş spot kullanırız. Seyirci bu beş vurgusunu farketmez belki ama ben kullanmak istedim. Oyunun müziği de işte bu  beş ten yola çıkarak yapıldı. Kuklalara gelince, oyunlarımda en az aktörler kadar kuklalarla da çalışmaya bayılırım. Bu hikayenin anlatılış biçimine de çok uyacağını düşündüm. Oyuncumuz Helen’in de kukla yapımı konusunda epey tecrübesi olduğundan, kendisinden de yardım alarak oyunda kuklaları kullandık.
-Oyuncu kadronuzu nasıl oluşturursunuz ?
Peter : İngiltere’de oldukça iyi bilinen, spotlight.com adında bir internet sitesi var. Kendini geliştirmek isteyen her oyuncu oraya özgeçmişini ekler. Benim gibi sürekli oyuncu arayışı içinde olan yönetmenler oraya seçmeler için ilan verirler. Ajanslar da bize cevaben oyuncularini sunar. İlan koyduğum zaman binlerce geri dönüş alırım. İlk etapta 80 oyuncu seçerim, elemelerle birlikte bu sayı 29’a kadar düşer. Oyuncu seçimimi yaparken bana Shakespeare oynamalarını istemem. Daha çok yapmaya alışkın olmadıkları şeyleri sergilemelerini isterim .Bir oyuncunun neler yapabildiğinden çok neler yapamadığı, nerelerde zorlandığı onun hakkında daha çok fikir verir. Bir oyuncu hakkında bu şekilde çok şey keşfedebilirsiniz. Oyuncu kendini zorlanarak aşar ve geliştirir. Bu aşamalardan sonra da son bir eleme yaparak aynı oyunda farklı roller üstlenebilecek beş oyuncu seçerim .Seçim yaparken seslerine ve yüzlerine de çok dikkat ederim.
-Toplam kaç oyuncunuz var ?
Peter :Bir oyun için genellikle 5 oyuncu kullanırım, toplamda 29 civarı oyuncumuz var. Bizim oyuncularımız kadrolu değildir. Daha çok turneye çıkmak, değişik ülkelerde sahne almak isteyen oyuncular bize sezonluk başvurur. Herkes turne bitince evine döner ve yeni işlerin peşine düşer. Yine de çok beğendiğimiz oyuncularımızdan oluşan kemik bir kadro oluşturmaya, onları elimizde tutmaya çalışıyoruz.
-Oyuncularınız eğitimi nedir ?Hepsi oyunculuk eğitimi almış profesyonel oyuncular mı ? Aralarında öğrenciler de var mı ?
Peter : Hepsi profesyonel. 50-60 yaşındaki oyuncuları kadromuza alamıyoruz, yaş sınırımız 40. Sergilediğimiz oyunlar daha çok genç oyunculara göre. Tecrübeye de önem verdiğimiz için tiyatro öğrencileriyle değil profesyonel oyunculuk tecrübesi olanları istiyoruz .Bizim tercih ettiklerimiz 25 yaş civarı, okulu bitirdikten sonra çeşitli küçük tiyatrolarda gönüllü olarak görev almış oyuncular. Onları seçebilmemiz için okuldan sonra en az 3 yıl oyunculuk deneyimlerinin olması gerekli.
-American Drama Group bünyesinde oyunculuk dersleri veriyor musunuz ?
Grantly : Bunu yapmamız konusunda çok talep var, turnedeyken zamanımız oldukça workshop düzenlemeye çalışıyoruz. Sürekli turnede olduğumuz için bizim belli bir yerimiz yok, bu nedenle malesef oyunculuk dersleri veremiyoruz.
-Oyunlarınızı İngilizce dışında başka dillerde de oynuyor musunuz ?
Grantly : Fransızca tiyatro da yapıyoruz, mesela 2015’te Ankara Sanat Tiyatrosu’nda  Küçük Prens’i sahnelemeyi planlıyoruz. Birkaç İspanyolca oyun da oynadık. Oyunlarımız çoğunlukla İngiliz kültürünü yansıtıyor ; çünkü Amerika’nın bir kültürü yok. İzleyicinin ilgisini çekebilecek İngiliz, İrlanda ve bazen de Amerikan eserlerini seçiyoruz. Tiyatro oyunlarının yanı sıra roman uyarlamaları da bizim için çok önemli. Sürekli turnede olduğumuz için dil ve dekor sadeliğinden dolayı roman uyarlamalarını çok önemsiyoruz. Öyle hikayeler var ki ; filmden daha çok tiyatroda oynandığında kendini daha güzel ifade ediyor. Great Gatsby de bunlardan biri. Bunu tiyatroya yansıtan ilk topluluk neredeyse bizdik diyebilirim.
-Turnenize Türkiye’yi dahil etme süreciniz nasıl gelişti ?
Peter : Türkiye’de  artık üç ay aralıklarla oyun sergilemeyi planlıyoruz. Açıkçası Türk tiyatrosuyla ilgili hiçbir bilgiye sahip değilim fakat İngiltere’de Türk yönetmenlerin nasıl büyük başarılar sergilediklerini bizzat görüyorum. Londra’da yaşayan Türkler tiyatro adına çok güzel işler yapıyor, yetenekleri ve potansiyelleri çok yüksek.
Grantly :  Türkiye çok baştan çıkarıcı bir ülke. Dünyanın geri kalan kısmı Türkiye’yi insanların hareket özgürlüğünün olmadığı, entellektüel bilinçten uzak, namus cinayetlerinin işlendiği tutucu bir ülke olarak düşünüyor. Buraya geldiğimizde hiç de böyle olmadığını anladık. İnsanlar açık görüşlü, öğrenme istekleri çok yüksek. Baskıcı hükümetin yaratmaya çalıştığı gerici zihniyeti söküp atmak için uğraşıyorlar. Bu baskıcı hükümet insanları birçok şeyden geri tutmaya çalışıp, farklı bir dünya yaratmayı amaçlıyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecini de, hükümetin yarattığı Türkiye’ nin olduğundan farklı bir şekilde yansıtılması olduğunu düşünüyorum. Türkiye de diğer Avrupa ülkeleri kadar AB de bulunması gereken bir ülke. Benim tiyatromun amacı da kültürler arasında bir bağ kurmak. Tiyatro ; farklı kültürlerdeki ortak noktaları bulmak, aynı zamanda aynı oyuna farklı gözlerden bakabilmek için önemli bir iletişim aracıdır.
Pırıl : Bu yoğun temponuzda söyleşimize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Grantly : Biz teşekkür ederiz, gazete çalışmanızda başarılar diliyorum.

Pırıl ERTEM