Mehmet Atay ile Ropörtaj
Tiyatro,
televizyon, hocalık, radyo tiyatrosu ve dublaj gibi pek çok dal üzerinde
emeğiniz var. Sizin için hangisi daha önemli ?
Mehmet Atay: Önem açısından konuştuğumuzda bunlar birbirinden
daha önemli şeyler değil. Hepsi bir altyapının ürünü, devamı. Benim
oyunculuğumun, oyunculuk konusunda gördüğüm eğitimin ve tecrübenin oralardakı
yansıması. Hepsi tek başına birer ürün değil. Gördüğümüz dramatik eğitim ve diksiyon eğitimi bize bir altyapı,
bir destek veriyor. Dublaj yapabiliyoruz. Devlet Tiyatroları’nda oyunculuk
yapabiliyoruz ya da belgesellerde seslendirme yapabiliyoruz. Önemden ziyade
bizim görevimiz bu. Konservatuar eğitiminde görevlerimizden bir tanesinin de
doğru ve güzel Türkçe’yi halkla buluşturmak olduğunu söylerlerdi. Biz de bunu
bir görev adlettik hep. Hala da devam eden birşeydir bu. Topluma yayınlanacak,
yayın anı içine girebilecek herhangi bir ürün konusunda -bu bir belgesel de olabilir
bir radyo tiyatrosu da- pek naz etmeyiz ve bunları gerçekleştirmek isteriz.
Sizce bir oyunu iyi yapan nedir? Bir tiyatro
oyununda neler ararsınız ?
Mehmet Atay: Birçok faktör var. İyilik göreceli birşeydir. Bir
tiyatro oyununu seyredersiniz ve sizin duyarlı olduğunuz noktalarla buluşmayabilir,
çünkü her insanın duyarlı olduğu noktalar vardır ya da kişinin kendi
birikimiyle ilgili sanatsal bir zevki
oluşmuştur . O yaşamsal birikim onda bir zevk düzeyi oluşturmuştur. Onunla buluşursa oyun iyidir. Siz onla
buluşturmayı becermişseniz o oyun iyidir. Tabi bu kadar da değil. Bu seyirciyle
oyun arasındaki ilişkidir. Bir tiyatro oyununun kaliteli olabilmesi için oyunun
yazarından başlayarak rejisörüyle devam eden ve oyuncuların kastıyla, oyunun
sahneye koyuluşuyla ilgili bir süreç var. Bunların her biri ayrıntılı işler. Eğer bu üç müessese gereken özeni gösterirse -dördüncüsü
de seyircidir-iyi bir tiyatro, iyi bir oyun çıkar. Ondan sonrası zaten teknik
birşeydir.
Radyo tiyatroculuğunda, sahneye çıkmadan birinin
zihninde bir karakter yaratmak sizde nasıl bir duygu uyandırıyor?
Mehmet Atay: Bu benim zaten çok hassas olduğum, eğitimim ve
ondan sonraki profesyonel hayatım süresince özel dikkat gösterdiğim bir konu.
Sesle anlatımı bir tasarım aracı olarak düşünmek ve düşündürmek benim özel
alanım olmuştur daima. Onun için bu soru benim açımdan doğru bir sorudur.
Birşeyi okumak, işitmek, dokunmak gibi yollarla sunduğunuz zaman, sizin
kafanızdaki şey karşı tarafa olduğu gibi geçmez. Muhakkak dinleyicinin
kafasında ve hayalinde oluşturduğu şey onun kendi birikimi ile ilgilidir. Bu
işitsel de olsa aynıdır, kitap okuyorsanız da aynıdır. Gözle algıladığımız
şeyler dışında. Göz birebir bir aktarım aracıdır, işitselle bütünleşirse bir de.
Meşhur bir fil hikayesi vardır bilirsiniz. Herkes filin bir tarafına dokunur, her biri ayrı bir
şeye benzetir fakat toplamda birşey çıkmaz çünkü herkes onun sadece bir
parçasına dokunmuştur. İşte işitmek, okumak ve dokunmak da aynı etkiyi bırakır.
Dolayısıyla ne kadar çırpınırsanız çırpının, sizin kafanızdaki aktarmak
istediğiniz şey karşı tarafa birebir geçmeyecektir. Burda siz bir yol önerirsiniz dinleyiciye,
kendi yolunuzu önerirsiniz, kendi yolunuzla, tasarımınızla buluşmasını
istersiniz. Nekadar buluşturursanızm ona o kadar ulaşmışsınız demektir.
“Sesle Kitap” ın yayın hayatında başlama
sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?
Mehmet Atay: “Sesle kitap” iki ayrı insanın, iki farklı
yerlerde, farklı mecralarda olmak üzere
hayalini kurduğu birşey. Benim
ortağım Yetkin Yağmur bir stüdyo sahibidir aynı zamanda. Onun kafasında
çocuklar için bir sesli kitap projesi varmış. Bu özel bir ihtisas alanı oldugu
için çocuk konusuna pek girmiyordum. Ben daha çok büyükler için, internet
üzerinden yayınlanacak bir sesli kitap düşünüyordum. Bizi bir tesadüf bir araya getirdi ve biz bu
iki ayrı projeyi evlendirmiş olduk. 2009 yılında bunu resmileştirdik, ticari
bir hüviyet kazandırdık. İlk kitabımız
Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale’si ile stüdyoya girdik ve o günden bugüne 89 adet
kitap bastık.
Sesle kitap okuma alışkanlığı olmayanlara bu
alışkanlığı kazandıracak bir buluş. Sizce sesli kitap gerçek bir kitabın yerini
tutabilir mi?
Mehmet Atay: Asla tutmaz. Tutkun bir kitap okuru olarak bunu
söyleyemem, bu böyle birşey değil. Sesli
kitabın amacı kitaba alternatif olmak değil zaten, belki ilerde olabilir
bilmiyorum ama şu an için bizim hedefimizde de böyle birşey yok. Modern ve metropolde
yaşayan bir insanın bir takım sıkıntıları var, vakitsizlik gibi... Modern insan
işine varabilmek için sabahın çok erken saatlerinde hayata başlamak zorunda. Dolayısıyla
işine gidene kadar bilgiye ayıramadığı belli bir zaman dilimi var. Bir de dönerkenini düşünelim bunun, dönerken
de erken saatlerde eve gidememenin verdiği, yolda geçirdiği bir zaman var.
Kitap okumak için ayıracağı zamanı başka sorumluluklarıyla da geçirebilir
elbette. Modern insan dediğim metropolde yaşayan, bir ailesi ve çocukları olan
bir birey. Dolayısıyla evine gittiği zaman eşine ve çocuklarına zaman ayırmak
durumunda. Kitap okumak dediğimiz eyleme haftasonu tatillerini ayıracaksa ki bu
dönem aile sorumluluğuyla ilgili başka meşgaleler de getirebilir, okumaya yine zaman bulamayacaktır. Biz bu ölü
zamana talibiz, sesle kitap buna talip. Mesela özellikle cuma trafiğinde ben
buraya gelmeden iki saat önce evden çıkmaya özen gösteriyorum saat 7’de burda
olabilmek için, çoğu zamanda da ancak 7’de burda olabiliyorum. Dolayısıyla ben
de zamanımın büyük bir kısmını trafikte kaybediyorum. Yani bizler Ankara’da
olsun, İstanbul’da olsun, aşağı yukarı günde en az iki saatimizi trafikte
harcıyoruz. Teknik olarak sesli kitapta bir saatte okunan sayfa sayısı 30-40 sayfa
civarındadır, iki saati de 60-80 sayfa arası düşünebiliriz.Yani günde 60-80 sayfayı
ben bilgi için kullanmadığım, sadece reflekslerimi açtığım bir duyumla bir
günde 60-80 sayfa okuyabiliyorum işitme
duyumu kullanarak. Bu haftalık olarak bir kitap okunması demektir. Gerçek
kitabın yerini elbette tutmayacaktır ama
en çok da ben ihtiyaç hissettim zaten bu sesli kitaba. Uzun yolculuklar
yapıyorum, haftada iki kere İstanbul’a gidip geliyorum ve yolculuk esnasında
geçen zaman ölü bir zaman. Bu zamanı bilgiye tahlil edemiyorum ama ben okumak da
istiyorum. Yine belirtmek isterim ki; sesle
kitap gerçek bir kitabi okumaya alternatif değil. Bana hiçbirsey evimde
koltuğumda oturup, başucu lambamı yakıp, kitabımı açıp, o kitabın sayfalarını
duyarak okuma keyfini veremez. Bir sonraki nesiller ne olacak bilemiyorum.
Şimdi e-kitap çıktı biliyorsunuz. Bence çok
faydalı. Bu tip teknolojik şeylere karşı değilim. Tabletlerde bulunan e-kitaplik
(kindle) yaklasik olarak 500 kitap barindiriyor ki bu da kütüphanemin çok
önemli bir miktarını ben cebimde taşıyorum demektir ve bilgiye kolay
ulaşılabildiğini gösterir. Bu alet hem sözlük vazifesi görüyor, üstünde not
alabiliyorsunuz, kelime işlemi yapabiliyorsunuz ve içinde ton ve ruh olmayan,
çok düz bir okuma dahi olsa kitabı size seslendiriyor. Buna ne kadar ihtiyaç
duyulur bilmiyorum, mesela bir hukuk kitabını böyle okuyabilirsiniz ama bir
Tolstoy’u böyle okuyamazsınız, bir süre sonra sıkacaktır. Bizler gözle okumayı,
görsel işaretler kullanarak okumayı kutsallaştırıyoruz galiba. Bir görme engellinin
braill alfabesiyle okuduğunu düşünün, o da temas yoluyla okuyor ve sizinle aynı
kitabı okuyor. Başka bir duyu kullandığı için onun okuyamadığını,
öğrenemediğini varsayamayız. Hayat zaten dinleme ile başlıyor. Öğrenme
dediğimiz şey; bebeklikten itibaren
dinlemeyle başlıyor. İnsan önce görsel imgeler değil, işitsel imgeler
kullanıyor derdini anlatabilmek için. “Anne” diye yazmaktan önce “anne” demeyi öğreniyoruz,
bunu da duyarak öğreniyoruz. Görsel
imgelere daha sonra geçiyoruz. Kitap
okurken daldığım zaman bir önceki satıra dönme şansım var, bu beni belki
uyuşukluğa da sevk edebilir biraz ama dinlerken böyle bir şansım olmadığını
düşünebilirim. Takipte daha dikkatli
olma yoluna gidebilirim. “Sesle Kitap” okumayı nadir de olsa sevmeyenlere
sevdirebilir ama okumaya az ilgi duyan insan, onu da okumuyor.
Devlet tiyatrolarında çoğu oyunun temsilden bir ay
önce biletleri tükeniyor. Sizce halk bu kadar sanatseverken, Devlet Tiyatroları’nın
kapatılma fikri neden gündeme geldi ?
Mehmet Atay: Politik bir konu. Bu ilk defa ortaya çıkmadı. Daha
önce çeşitli dönemlerde de hükümetler tarafından bu konu telaffuz edildi ama güçlü bir
muhalefetle karşılaşıldı ve demek ki vazgeçildi. Şimdiki hükümet bu konuda çok
ısrarlı. Kapatma gerekçesinin ne olabileceğini rakamlarla ifade ettiğimizde
sağlıklı cevaplar alınamıyor. Maliyetten bile yol alınsa çok sağlıklı cevap
alamıyoruz yani “bize maddi yönde bir dönüşü yok bunun” gibi bir iddia ile
karşımıza çıkılıyor. Dönüşü olmayan bir çok şey var devletin ilgilenmesi
gereken. Bu politik birşey diye düşünüyorum ama bizi de bir uyuşukluktan
kurtarıyor galiba. Biz de birşeylere sahip çıkmamız gerektiğini anlayacağız
böylece çünkü şimdiye kadar böyle bir
ihtiyaç hissetmemiştik. Oyuncu kendi sanatına daha çok sahip çıkacak herhalde,
böyle bir etki tepki meselesi neticesinde. Seyirci de sanata daha çok sahip
çıkacak, burdan böyle hayırlı bir sonuç çıkacak diye inanıyorum. Ama yine de politik bir sebep olduğunu
düşünüyorum. Kendi talep etmedikleri şeyi herhalde başkalarının da
tüketmeyeceğini düşünüyorlar. 35 yıldır oyuncuyum, çok az siyasiyi ön koltuklarda
gördüm şimdiye kadar, genellikle ön koltukları tercih ederler onlar
biliyorsunuz. Öncelikle toplum onları
orda görecek ki; takip edecekler, sanatla kültürle ilgilenecekler. Sadece bu dönem
için konuşmuyorum bütün dönemler için konuşuyorum.
Deneyimli bir oyuncu olarak sahneye çıkmadan önce
neler hissediyorsunuz?
Mehmet Atay: Hayatım boyunca işimi iş olarak düşünüp yapmadım.
Devlet Tiyatroları’nda da oyunculuk yaptığım dönemin hiçbir bölümünde işimi iş
olsun diye yapmadım. Bu benim işim diye değil, sadece zevk aldığım için yaptım.
Mesela bu oyunda da onu hissediyorum. İşimi iş olsun diye yapmıyorum ben,
bundan zevk alıyorum. Ben sahnede de bunu görmek istiyorum, işini iş olsun diye
değil, mecbur oldum diye değil, zevk alarak yaparsan o güzel birşey oluyor.
Sanat bir meslek değil aslında, evet bir sektör ama onu yaparken onun bir
meslek olduğunu unutmamız gerekiyor ki yaratma sürecindeki duydugumuz heyecanımızı aşağıya geçirebilelim.
Bir oyunda yer almayı kabul etme süreciniz nasıl
gelişir?
Mehmet Atay: Devlet Tiyatrosu’nda oyunculuk yaptığım dönemlerde
karar vermek bir dönem için çok bizim elimizde olan birşey değildi.
Distribüsyonlar asılırdı, içinde görevimiz varsa gider görevimizi yapardık. Ama
tabi yıllar geçtikçe seçilmeye başlıyorsunuz, seçilerek size oyun verilmeye
başlanıyor. Alternatifler de sunulabiliyor size. Bunların içinde alternatifleri
değerlendirmeye başlıyorsunuz. Bunların içinde de bir rolü kendime yakın bulmak,
ona birşey katabileceğimi hesap etmek gibi şeyler giriyor işin içine. Bir de
hep dikkat ettiğim şey; oyunun tamamı benim emeğime değebilecek şekilde,
aşağıya birşey söylemeli. Ben kurtlarımı dökebilirim ama bu oyun aşağıya ne
söylüyor? Ben şov yapabilirim o oyunda,
ama “Neyi anlatacağım? Aşağıya ne söyleyeceğim? Bu emek nereye gidecek?” diye
sorgularım. Tabi bu hemen başlarda olacak birşey değil. Meslek de bir süre
sonra bir bilinç istiyor ve zamanla daha bilinçlenmeye başlıyorsunuz. Başlarda
gençlik heyecanları giriyor işin içine, bilmiyorsunuz, sizi sürüklüyorlar
biryerlere. Ondan sonra tiyatroda daha bilinçleniyorsunuz ve bu soruları
sormaya başlıyorsunuz. Bana gerçekten “senin bu” dedikleri oyun çok gelmiştir,
gerçekten “benim bu” evet, gerçekten bu oyunda harikalar yaratırım, belki çok
da güzel kurtlarımı da dökerim ama ne yapacak bu oyun? Türkiye’nin gündeminde böyle bir şey var mı?
Bu oyun ne söyleyecek aşağıya? Seyirci kiminle özdeşleşicek diye sorduğumda ben
aşağıya birşey söyleyecek bir oyuna vermek isterim emeğimi ki; değsin.
Şu anda Ankara Sanat Tiyatrosu çatısı altında
tiyatroya emek veriyorsunuz. Aynı zamanda Devlet Tiyatroları’ndan da
emeklisiniz. Özel tiyatrolar ve Devlet Tiyatroları kimi zaman birbiri ile
çatışabilen iki kurum. Bu konuya nasıl bir yorum getirmek istersiniz ?
Mehmet Atay:
Aslında çatışan
birşey yok. Devlet Tiyatroları’nda da politik tiyatro yapılıyor...idi. Yani biz
yaptık. Devlet Tiyatrosu’nda da Brecht oynadım ben. Devlet Tiyatrosunda ajit
prop yapılmamıştır belki ama politik tiyatro yapılmıştır. Ajit propu özel
tiyatrolar da artık yapmıyorlar çünkü devri bitti. Devlet Tiyatrosu’nda yapılan
oyunların eğer içeriğine bakarsanız çoğu zaten politiktir. Bir iki tane istisna
olabilir. Edebi kurulda bir oto sansür vardır elbette. İki dönem edebi kurul
üyeliği de yaptım. Bunların içinde, Devlet Tiyatrosu’nda olmaması gerektiğini
düşündüğüm oyunlar da var. Etnisiteyi körüklüyorsa, bizim ortak değerlerimize
saldırıyorsa böyle bir oyunu ben de istemem, ne kadar politik olursa olsun.
Devlet Tiyatrosu’nda olmaması gerekiyor diye şerh düştüğüm oyunlar elbette
olmuştur. Bunu dışarda yap dersen ben yapmam yine. Benim de bir politik bakışım var, kırmızı
çizgilerim var. Oyuncu olmak her oyunu her ortamda kabul etmek anlamına
gelmiyor.
Mehmet Atay:
Hiçbir durumum
yok. Ben sanat yaşamım boyunca ilk sahneye çıkışımdan şu ana kadar hep mutlu olmuş
bir insanım, çünkü ben sahnede hep mutluyum . Hiçbir anını boşa geçirmedim.
Küçük büyük demedim, her rolden zevk almaya çalıştım az önce söylediğim gibi.
Sahnede zevk almadan duruyorsanız, o işe inanmadan duruyorsanız, dünyanın en
ızdıraplı işi haline gelir.
Şiir de okuyorsunuz. Şiirin tiyatrodaki yerine
bakış açınız nasıldır?
Mehmet Atay: Şiir çok sık okuduğum birşey değil benim . Çağırırlarsa;
iyi okuduğumu söylüyorlar. Şu şiiiri bize bir okur musunuz diyorlar, ben de
okuyorum. Bunun için özel birşey yapmadım şimdiye kadar. Şiir kendi başına
birşey zaten. Şiir tiyatroda okunmak zorunda değil, burda da okuyabilirim
sahnede de okuyabilirim, bir dost toplantısında da okuyabilirim. Şiirin bence
bir sahneye ihtiyacı yok. Ama şiir oyunlaştırılıyorsa elbette bir sahneye
ihtiyacı var. Onda da rahmetli ustalarımızın çok güzel çalışmaları var. Hatta Hakan Gerçek’in çok güzel bir Cemal
Süreyya çalışması var, rahmetli Müşfik Abi’nin Orhan Veli çalışması var. Şiiri
çok güzel sahneye aktaranlar var, bu çok özel bir çalışma ama nerden bakarsanız
bakın şiir çok öznel bir konu. Koskoca bir öyküyü mısralara sığdıran ve
özetleyen bir sanat, bulmaca gibi aslında. Orhan Veli de olsa, Cemal
Süreyya da olsa, üst gerçekçi bir şair de olsa bu, bir bulmaca haline geliyor çünkü
kendi hayatıyla çok ilgili, kendi hayatıyla ilgili simgeler işaretler taşıyor.
Koskoca bir öyküyü bir cümleye sığdırıyor, sığdırmayı tercih ediyor, onun için
çok öznel birşey, kendine ait olan birşey. Biz de yapıyoruz bazen, arkasına
müzik koyarak yapıyoruz ama böyle birşeye hakkımız yok, onun kendi içinde zaten
bir müziği var. Biz onun arkasına olmadık bir müziği koyuyoruz. “Sesle kitap” ta
böyle çalışmalarımız var ama müziği oraya koymamızın amacı bir seperasyon
yapmak, yani çok birbirine benzer şeylerde bir ayrıma gitmek, hayal gücünü
beslemek için. Bu çok da doğru birşey
değil aslında. Örneğin; “Üç Nokta” diye bir edebiyat dergisi var, onlar rica
etti 150 adet yeni şairlerden şiir okudum. 150 şiirin hiçbiryerine müzik
koymadık çırılçıplak bıraktık onları.
Değerli vaktinizi söyleşimize ayırdığınız için çok
teşekkür ediyoruz
Mehmet Atay: Rica ederim ben teşekkür ediyorum.
Pırıl Ertem-17.01.2014-AST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder