17 Şubat 2015 Salı

HALKTAN BİRİ

Mehmet Atay ile Ropörtaj

Tiyatro, televizyon, hocalık, radyo tiyatrosu ve dublaj gibi pek çok dal üzerinde emeğiniz var. Sizin için hangisi daha önemli ?
Mehmet Atay: Önem açısından konuştuğumuzda bunlar birbirinden daha önemli şeyler değil. Hepsi bir altyapının ürünü, devamı. Benim oyunculuğumun, oyunculuk konusunda gördüğüm eğitimin ve tecrübenin oralardakı yansıması. Hepsi tek başına birer ürün değil. Gördüğümüz dramatik  eğitim ve diksiyon eğitimi bize bir altyapı, bir destek veriyor. Dublaj yapabiliyoruz. Devlet Tiyatroları’nda oyunculuk yapabiliyoruz ya da belgesellerde seslendirme yapabiliyoruz. Önemden ziyade bizim görevimiz bu. Konservatuar eğitiminde görevlerimizden bir tanesinin de doğru ve güzel Türkçe’yi halkla buluşturmak olduğunu söylerlerdi. Biz de bunu bir görev adlettik hep. Hala da devam eden birşeydir bu. Topluma yayınlanacak, yayın anı içine girebilecek herhangi bir ürün konusunda -bu bir belgesel de olabilir bir radyo tiyatrosu da- pek naz etmeyiz ve bunları gerçekleştirmek isteriz.
Sizce bir oyunu iyi yapan nedir? Bir tiyatro oyununda neler ararsınız ?
Mehmet Atay: Birçok faktör var. İyilik göreceli birşeydir. Bir tiyatro oyununu seyredersiniz ve sizin duyarlı olduğunuz noktalarla buluşmayabilir, çünkü her insanın duyarlı olduğu noktalar vardır ya da kişinin kendi birikimiyle ilgili sanatsal  bir zevki oluşmuştur . O yaşamsal birikim onda bir zevk düzeyi oluşturmuştur.  Onunla buluşursa oyun iyidir. Siz onla buluşturmayı becermişseniz o oyun iyidir. Tabi bu kadar da değil. Bu seyirciyle oyun arasındaki ilişkidir. Bir tiyatro oyununun kaliteli olabilmesi için oyunun yazarından başlayarak rejisörüyle devam eden ve oyuncuların kastıyla, oyunun sahneye koyuluşuyla ilgili bir süreç var. Bunların her biri ayrıntılı işler.  Eğer bu üç müessese gereken özeni gösterirse -dördüncüsü de seyircidir-iyi bir tiyatro, iyi bir oyun çıkar. Ondan sonrası zaten teknik birşeydir.
Radyo tiyatroculuğunda, sahneye çıkmadan birinin zihninde bir karakter yaratmak sizde nasıl bir duygu uyandırıyor?
Mehmet Atay: Bu benim zaten çok hassas olduğum, eğitimim ve ondan sonraki profesyonel hayatım süresince özel dikkat gösterdiğim bir konu. Sesle anlatımı bir tasarım aracı olarak düşünmek ve düşündürmek benim özel alanım olmuştur daima. Onun için bu soru benim açımdan doğru bir sorudur. Birşeyi okumak, işitmek, dokunmak gibi yollarla sunduğunuz zaman, sizin kafanızdaki şey karşı tarafa olduğu gibi geçmez. Muhakkak dinleyicinin kafasında ve hayalinde oluşturduğu şey onun kendi birikimi ile ilgilidir. Bu işitsel de olsa aynıdır, kitap okuyorsanız da aynıdır. Gözle algıladığımız şeyler dışında. Göz birebir bir aktarım aracıdır, işitselle bütünleşirse bir de. Meşhur bir fil hikayesi vardır bilirsiniz. Herkes  filin bir tarafına dokunur, her biri ayrı bir şeye benzetir fakat toplamda birşey çıkmaz çünkü herkes onun sadece bir parçasına dokunmuştur. İşte işitmek, okumak ve dokunmak da aynı etkiyi bırakır. Dolayısıyla ne kadar çırpınırsanız çırpının, sizin kafanızdaki aktarmak istediğiniz şey karşı tarafa birebir geçmeyecektir.  Burda siz bir yol önerirsiniz dinleyiciye, kendi yolunuzu önerirsiniz, kendi yolunuzla, tasarımınızla buluşmasını istersiniz. Nekadar buluşturursanızm ona o kadar ulaşmışsınız demektir.


“Sesle Kitap” ın yayın hayatında başlama sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?
Mehmet Atay: “Sesle kitap” iki ayrı insanın, iki farklı yerlerde, farklı mecralarda olmak üzere  hayalini kurduğu birşey.  Benim ortağım Yetkin Yağmur bir stüdyo sahibidir aynı zamanda. Onun kafasında çocuklar için bir sesli kitap projesi varmış. Bu özel bir ihtisas alanı oldugu için çocuk konusuna pek girmiyordum. Ben daha çok büyükler için, internet üzerinden yayınlanacak bir sesli kitap düşünüyordum.  Bizi bir tesadüf bir araya getirdi ve biz bu iki ayrı projeyi evlendirmiş olduk. 2009 yılında bunu resmileştirdik, ticari bir hüviyet kazandırdık.  İlk kitabımız Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale’si ile stüdyoya girdik ve o günden bugüne 89 adet kitap bastık. 
Sesle kitap okuma alışkanlığı olmayanlara bu alışkanlığı kazandıracak bir buluş. Sizce sesli kitap gerçek bir kitabın yerini tutabilir mi?
Mehmet Atay: Asla tutmaz. Tutkun bir kitap okuru olarak bunu söyleyemem, bu böyle birşey değil.  Sesli kitabın amacı kitaba alternatif olmak değil zaten, belki ilerde olabilir bilmiyorum ama şu an için bizim hedefimizde de böyle birşey yok. Modern ve metropolde yaşayan bir insanın bir takım sıkıntıları var, vakitsizlik gibi... Modern insan işine varabilmek için sabahın çok erken saatlerinde hayata başlamak zorunda. Dolayısıyla işine gidene kadar bilgiye ayıramadığı belli bir zaman dilimi var.  Bir de dönerkenini düşünelim bunun, dönerken de erken saatlerde eve gidememenin verdiği, yolda geçirdiği bir zaman var. Kitap okumak için ayıracağı zamanı başka sorumluluklarıyla da geçirebilir elbette. Modern insan dediğim metropolde yaşayan, bir ailesi ve çocukları olan bir birey. Dolayısıyla evine gittiği zaman eşine ve çocuklarına zaman ayırmak durumunda. Kitap okumak dediğimiz eyleme haftasonu tatillerini ayıracaksa ki bu dönem aile sorumluluğuyla ilgili başka meşgaleler de getirebilir,  okumaya yine zaman bulamayacaktır. Biz bu ölü zamana talibiz, sesle kitap buna talip. Mesela özellikle cuma trafiğinde ben buraya gelmeden iki saat önce evden çıkmaya özen gösteriyorum saat 7’de burda olabilmek için, çoğu zamanda da ancak 7’de burda olabiliyorum. Dolayısıyla ben de zamanımın büyük bir kısmını trafikte kaybediyorum. Yani bizler Ankara’da olsun, İstanbul’da olsun, aşağı yukarı günde en az iki saatimizi trafikte harcıyoruz. Teknik olarak sesli kitapta bir saatte okunan sayfa sayısı 30-40 sayfa civarındadır, iki saati de 60-80 sayfa arası düşünebiliriz.Yani günde 60-80 sayfayı ben bilgi için kullanmadığım, sadece reflekslerimi açtığım bir duyumla bir günde 60-80 sayfa  okuyabiliyorum işitme duyumu kullanarak. Bu haftalık olarak bir kitap okunması demektir. Gerçek kitabın yerini elbette tutmayacaktır ama  en çok da ben ihtiyaç hissettim zaten bu sesli kitaba. Uzun yolculuklar yapıyorum, haftada iki kere İstanbul’a gidip geliyorum ve yolculuk esnasında geçen zaman ölü bir zaman. Bu zamanı bilgiye tahlil edemiyorum ama ben okumak da istiyorum.  Yine belirtmek isterim ki; sesle kitap gerçek bir kitabi okumaya alternatif değil. Bana hiçbirsey evimde koltuğumda oturup, başucu lambamı yakıp, kitabımı açıp, o kitabın sayfalarını duyarak okuma keyfini veremez. Bir sonraki nesiller ne olacak bilemiyorum. Şimdi e-kitap  çıktı biliyorsunuz. Bence çok faydalı. Bu tip teknolojik şeylere karşı değilim. Tabletlerde bulunan e-kitaplik (kindle) yaklasik olarak 500 kitap barindiriyor ki bu da kütüphanemin çok önemli bir miktarını ben cebimde taşıyorum demektir ve bilgiye kolay ulaşılabildiğini gösterir. Bu alet hem sözlük vazifesi görüyor, üstünde not alabiliyorsunuz, kelime işlemi yapabiliyorsunuz ve içinde ton ve ruh olmayan, çok düz bir okuma dahi olsa kitabı size seslendiriyor. Buna ne kadar ihtiyaç duyulur bilmiyorum, mesela bir hukuk kitabını böyle okuyabilirsiniz ama bir Tolstoy’u böyle okuyamazsınız, bir süre sonra sıkacaktır. Bizler gözle okumayı, görsel işaretler kullanarak okumayı kutsallaştırıyoruz galiba. Bir görme engellinin braill alfabesiyle okuduğunu düşünün, o da temas yoluyla okuyor ve sizinle aynı kitabı okuyor. Başka bir duyu kullandığı için onun okuyamadığını, öğrenemediğini varsayamayız. Hayat zaten dinleme ile başlıyor. Öğrenme dediğimiz şey;  bebeklikten itibaren dinlemeyle başlıyor. İnsan önce görsel imgeler değil, işitsel imgeler kullanıyor derdini anlatabilmek için. “Anne”  diye yazmaktan önce “anne” demeyi öğreniyoruz, bunu da duyarak öğreniyoruz.  Görsel imgelere  daha sonra geçiyoruz. Kitap okurken daldığım zaman bir önceki satıra dönme şansım var, bu beni belki uyuşukluğa da sevk edebilir biraz ama dinlerken böyle bir şansım olmadığını düşünebilirim.  Takipte daha dikkatli olma yoluna gidebilirim. “Sesle Kitap” okumayı nadir de olsa sevmeyenlere sevdirebilir ama okumaya az ilgi duyan insan, onu da okumuyor.
Devlet tiyatrolarında çoğu oyunun temsilden bir ay önce biletleri tükeniyor. Sizce halk bu kadar sanatseverken, Devlet Tiyatroları’nın kapatılma fikri neden gündeme geldi ?
Mehmet Atay: Politik bir konu. Bu ilk defa ortaya çıkmadı. Daha önce çeşitli dönemlerde de hükümetler tarafından  bu konu telaffuz edildi ama güçlü bir muhalefetle karşılaşıldı ve demek ki vazgeçildi. Şimdiki hükümet bu konuda çok ısrarlı. Kapatma gerekçesinin ne olabileceğini rakamlarla ifade ettiğimizde sağlıklı cevaplar alınamıyor. Maliyetten bile yol alınsa çok sağlıklı cevap alamıyoruz yani “bize maddi yönde bir dönüşü yok bunun” gibi bir iddia ile karşımıza çıkılıyor. Dönüşü olmayan bir çok şey var devletin ilgilenmesi gereken. Bu politik birşey diye düşünüyorum ama bizi de bir uyuşukluktan kurtarıyor galiba. Biz de birşeylere sahip çıkmamız gerektiğini anlayacağız böylece  çünkü şimdiye kadar böyle bir ihtiyaç hissetmemiştik. Oyuncu kendi sanatına daha çok sahip çıkacak herhalde, böyle bir etki tepki meselesi neticesinde. Seyirci de sanata daha çok sahip çıkacak, burdan böyle hayırlı bir sonuç çıkacak diye inanıyorum.  Ama yine de politik bir sebep olduğunu düşünüyorum. Kendi talep etmedikleri şeyi herhalde başkalarının da tüketmeyeceğini düşünüyorlar. 35 yıldır oyuncuyum, çok az siyasiyi ön koltuklarda gördüm şimdiye kadar, genellikle ön koltukları tercih ederler onlar biliyorsunuz.  Öncelikle toplum onları orda görecek ki; takip edecekler, sanatla kültürle ilgilenecekler. Sadece bu dönem için konuşmuyorum bütün dönemler için konuşuyorum.
Deneyimli bir oyuncu olarak sahneye çıkmadan önce neler hissediyorsunuz?
Mehmet Atay: Hayatım boyunca işimi iş olarak düşünüp yapmadım. Devlet Tiyatroları’nda da oyunculuk yaptığım dönemin hiçbir bölümünde işimi iş olsun diye yapmadım. Bu benim işim diye değil, sadece zevk aldığım için yaptım. Mesela bu oyunda da onu hissediyorum. İşimi iş olsun diye yapmıyorum ben, bundan zevk alıyorum. Ben sahnede de bunu görmek istiyorum, işini iş olsun diye değil, mecbur oldum diye değil, zevk alarak yaparsan o güzel birşey oluyor. Sanat bir meslek değil aslında, evet bir sektör ama onu yaparken onun bir meslek olduğunu unutmamız gerekiyor ki yaratma sürecindeki  duydugumuz heyecanımızı aşağıya geçirebilelim.
Bir oyunda yer almayı kabul etme süreciniz nasıl gelişir?
Mehmet Atay: Devlet Tiyatrosu’nda oyunculuk yaptığım dönemlerde karar vermek bir dönem için çok bizim elimizde olan birşey değildi. Distribüsyonlar asılırdı, içinde görevimiz varsa gider görevimizi yapardık. Ama tabi yıllar geçtikçe seçilmeye başlıyorsunuz, seçilerek size oyun verilmeye başlanıyor. Alternatifler de sunulabiliyor size. Bunların içinde alternatifleri değerlendirmeye başlıyorsunuz. Bunların içinde de bir rolü kendime yakın bulmak, ona birşey katabileceğimi hesap etmek gibi şeyler giriyor işin içine. Bir de hep dikkat ettiğim şey; oyunun tamamı benim emeğime değebilecek şekilde, aşağıya birşey söylemeli. Ben kurtlarımı dökebilirim ama bu oyun aşağıya ne söylüyor?  Ben şov yapabilirim o oyunda, ama “Neyi anlatacağım? Aşağıya ne söyleyeceğim? Bu emek nereye gidecek?” diye sorgularım. Tabi bu hemen başlarda olacak birşey değil. Meslek de bir süre sonra bir bilinç istiyor ve zamanla daha bilinçlenmeye başlıyorsunuz. Başlarda gençlik heyecanları giriyor işin içine, bilmiyorsunuz, sizi sürüklüyorlar biryerlere. Ondan sonra tiyatroda daha bilinçleniyorsunuz ve bu soruları sormaya başlıyorsunuz. Bana gerçekten “senin bu” dedikleri oyun çok gelmiştir, gerçekten “benim bu” evet, gerçekten bu oyunda harikalar yaratırım, belki çok da güzel kurtlarımı da dökerim ama ne yapacak bu oyun?  Türkiye’nin gündeminde böyle bir şey var mı? Bu oyun ne söyleyecek aşağıya? Seyirci kiminle özdeşleşicek diye sorduğumda ben aşağıya birşey söyleyecek bir oyuna vermek isterim emeğimi ki; değsin.
Şu anda Ankara Sanat Tiyatrosu çatısı altında tiyatroya emek veriyorsunuz. Aynı zamanda Devlet Tiyatroları’ndan da emeklisiniz. Özel tiyatrolar ve Devlet Tiyatroları kimi zaman birbiri ile çatışabilen iki kurum. Bu konuya nasıl bir yorum getirmek istersiniz ?
Mehmet Atay:  Aslında çatışan birşey yok. Devlet Tiyatroları’nda da politik tiyatro yapılıyor...idi. Yani biz yaptık. Devlet Tiyatrosu’nda da Brecht oynadım ben. Devlet Tiyatrosunda ajit prop yapılmamıştır belki ama politik tiyatro yapılmıştır. Ajit propu özel tiyatrolar da artık yapmıyorlar çünkü devri bitti. Devlet Tiyatrosu’nda yapılan oyunların eğer içeriğine bakarsanız çoğu zaten politiktir. Bir iki tane istisna olabilir. Edebi kurulda bir oto sansür vardır elbette. İki dönem edebi kurul üyeliği de yaptım. Bunların içinde, Devlet Tiyatrosu’nda olmaması gerektiğini düşündüğüm oyunlar da var. Etnisiteyi körüklüyorsa, bizim ortak değerlerimize saldırıyorsa böyle bir oyunu ben de istemem, ne kadar politik olursa olsun. Devlet Tiyatrosu’nda olmaması gerekiyor diye şerh düştüğüm oyunlar elbette olmuştur. Bunu dışarda yap dersen ben yapmam yine.  Benim de bir politik bakışım var, kırmızı çizgilerim var. Oyuncu olmak her oyunu her ortamda kabul etmek anlamına gelmiyor.
Sanat yaşantınız boyunca keşke şunu şöyle yapmasaydım dediğiniz bir durum ya da anınız oldu mu?
Mehmet Atay:  Hiçbir durumum yok. Ben sanat yaşamım boyunca ilk sahneye çıkışımdan şu ana kadar hep mutlu olmuş bir insanım, çünkü ben sahnede hep mutluyum . Hiçbir anını boşa geçirmedim. Küçük büyük demedim, her rolden zevk almaya çalıştım az önce söylediğim gibi. Sahnede zevk almadan duruyorsanız, o işe inanmadan duruyorsanız, dünyanın en ızdıraplı işi haline gelir.
Şiir de okuyorsunuz. Şiirin tiyatrodaki yerine bakış açınız nasıldır?
Mehmet Atay: Şiir çok sık okuduğum birşey değil benim . Çağırırlarsa; iyi okuduğumu söylüyorlar. Şu şiiiri bize bir okur musunuz diyorlar, ben de okuyorum. Bunun için özel birşey yapmadım şimdiye kadar. Şiir kendi başına birşey zaten. Şiir tiyatroda okunmak zorunda değil, burda da okuyabilirim sahnede de okuyabilirim, bir dost toplantısında da okuyabilirim. Şiirin bence bir sahneye ihtiyacı yok. Ama şiir oyunlaştırılıyorsa elbette bir sahneye ihtiyacı var. Onda da rahmetli ustalarımızın çok güzel çalışmaları var.  Hatta Hakan Gerçek’in çok güzel bir Cemal Süreyya çalışması var, rahmetli Müşfik Abi’nin Orhan Veli çalışması var. Şiiri çok güzel sahneye aktaranlar var, bu çok özel bir çalışma ama nerden bakarsanız bakın şiir çok öznel bir konu. Koskoca bir öyküyü mısralara sığdıran ve özetleyen bir sanat, bulmaca gibi aslında. Orhan Veli de olsa, Cemal Süreyya da olsa, üst gerçekçi bir şair de olsa bu, bir bulmaca haline geliyor çünkü kendi hayatıyla çok ilgili, kendi hayatıyla ilgili simgeler işaretler taşıyor. Koskoca bir öyküyü bir cümleye sığdırıyor, sığdırmayı tercih ediyor, onun için çok öznel birşey, kendine ait olan birşey. Biz de yapıyoruz bazen, arkasına müzik koyarak yapıyoruz ama böyle birşeye hakkımız yok, onun kendi içinde zaten bir müziği var. Biz onun arkasına olmadık bir müziği koyuyoruz. “Sesle kitap” ta böyle çalışmalarımız var ama müziği oraya koymamızın amacı bir seperasyon yapmak, yani çok birbirine benzer şeylerde bir ayrıma gitmek, hayal gücünü beslemek için.  Bu çok da doğru birşey değil aslında. Örneğin; “Üç Nokta” diye bir edebiyat dergisi var, onlar rica etti 150 adet yeni şairlerden şiir okudum. 150 şiirin hiçbiryerine müzik koymadık çırılçıplak bıraktık onları.
Değerli vaktinizi söyleşimize ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz
Mehmet Atay: Rica ederim ben teşekkür ediyorum.

Pırıl Ertem-17.01.2014-AST





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder