31 Ocak 2015 Cumartesi

Dünya dizeler arasında

İnsanoğlu var olduğu günden bu yana ikamet ediyor yeryüzünde ve idame ettirmeye çalışıyor hayatını bir şekilde. Çoğunlukla öğretilenlerin dışına çıkmadan, sorgulamadan, kendine özgü bir bakış açısı geliştiremeden belki de. Yalnızca verileni alarak, üzerine bir şey katmak için hiçbir çaba sarf etmeyerek. Bu şekilde ‘insan’ olunur mu? Olunmamalı ama olunur. Böyle bir insan ‘şair’ olur mu? Olmamalı ama belki bir raddeye kadar kabul edilebilir. Peki böyle olan bir şair kimse ‘Nazım’ olabilir mi? Olamaz ve olurunun da hiçbir yolu yok. Nazım; bir vezin, bir hikmetli şair, bir ‘Nazım Hikmet’.
Nazım Hikmet, belki de ileride kalem tutacağını bile bilmediği o ellerini ilk kez doğduğunda Selanik’te annesinin yüzünde gezdiriyor. Büyüyüp kanı deli akmaya başladıkça hayatın ona annesinin yüzüne hiç de benzemeyen diğer mücadele dolu yüzünü göstermeye başlayacağını o zamanlar bilmiyor. Çocukluğundan başlayarak ona her verileni en derin anlamıyla anlamak istiyor. 11 yaşındayken Balkan Savaşı yenilgisini düşünüyor, çocuk kalbiyle düşmanın Çatalca’ya girişine isyan etmek istiyor belki de. ‘Feryad-ı Vatan’ diyor o gün yazdığı o ilk şiirine. Ulusal duygularının yoğunluğu ve vatan hassasiyeti o yaşından giriyor Nazım’ın benliğine, bir daha çıkmamacasına. 14 yaşında bir şiir daha yazıyor; “Bir inilti duydum serviliklerde, dedim burada da ağlayan var mı?” diye yansıyor kağıdına dizeler. Sonrasında da ilk yayınlanan şiiri oluyor ‘Servilikler’. Yirmili yaşlarıyla beraber Nazım’ın birçok şiiri ve düz yazıları yayınlanmaya başlıyor artık dergilerde. Öyle içi boş yazılar, amaçsız dizeler olmuyor hiçbiri. Her birinde insan var, insanlık var, sorgulama var, gerçekliğe ulaşma var. Bir süre sonra yazdıkları yüzünden, çeşitli suçlamalarla yargılanmaları başlıyor Nazım’ın. Vatanındaki yaşamının çoğunluğu cezaevlerinde geçiyor. Tüm bunlara karşın şairlik şevkinde hiçbir gerilemeye sebep olmuyor bu mahpusluklar. Aksine ‘hapishanede yatacaklara öğütler’ veriyor;
“Yaşamakta ayak direyeceksin, belki bahtiyarlık değildir artık
  Boynunun borcudur fakat düşmana inat bir gün fazla yaşamak”
diyor umudunu ve inadını hiç kaybetmeden. Çünkü onun için “ En güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız”. Bitmek bilmeyen umudu ve vatan sevgisi onu Nazım yapıyor zaten. Onun özelliği bir şair olması değil, ‘Nazım’ olması. Yeninin peşinde, alışılmışın dışında koşması. Tüm bunları anlamak için Yakup Kadri’nin Nazım Hikmet için söylediklerini okumak yeterli belki de; “ Nazım Hikmet ta Aşık Paşa’dan beri alıştığımız bütün vezin sistemlerini altüst edecek ve Türk kamusunun hudutlarını yıkıp geçecek yeleleri dimdik olmuş şahlanan bir beygir üstünde sıcak ve acayip naralar atarak koşuyor. O, yalnız Türk şiirinde yeni bir çığır açmış bir edebiyat inkılapçısı değil, hiç görmeye alışmadığımız bir şair tipidir.”
Dönemdaşı olan diğer pek çok şair gibi hece ölçüsüyle başlıyor ilk şiirlerinde o da. Batum’dayken Mayakovski ile yolu kesişiyor. Onun şiirlerini gördüğünde dil olarak pek bir şey anlamamasına rağmen biçimde bir sıradışılık olduğunu fark ediyor. Böylece serbest nazımı keşfediyor Nazım Hikmet ve Türk Edebiyatında serbest nazımın ilk uygulayıcısı oluyor. Karışık anlatmıyor hiçbir şeyi. Şiirlerinden hep hayattan çıkma ögeler görürsünüz, karmaşık anlatımlarda boğulmazsınız. Cemal Süreya’nın deyişiyle; “ Düşünceler bereketli bir ırmak gibi çoğala çoğala büyür Nazım Hikmet’in şiirlerinde.” Ne yazıyorsa onu yaşamış bir şair o, ve ne yaşamışsa da onu yazmış. Şiirlerinin sağlamasını hayatıyla yapmış bir şair diyebiliriz ona. Şiirlerinde anlattıklarını, geçmiş, bugün ve gelecek unsurları ile doğal akışında veren bir gerçekliğe ulaşmak istemiştir her zaman. Gerçeklik önemli onun için; insanlığın gerçeği, vatanının gerçeği, hayatın gerçeği. Süslü bir anlatım ya da eserlerinde belli bir kesime hitap değildi Nazım Hikmet’in gerçeği. “ Şaştım, korktum, sevdim ve bütün bunları yazmak gereğini sezdim.” diyordu Nazım. Hissettiklerine kayıtsız kalmayıp, yaşananların üzerini örtme yoluna gitmeyip aksine her farkındalığının altını deşerek yüzeye çıkarıyor o yazdıklarında. İlk sevdiği kadına, gözleri siyah o kadına, şöyle sesleniyor dizelerinde;
 “ Bir dakika göğsünün üzerinde olsa yerim
   Ömrümü bir yudumda ellerinden içerim.”
“Sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım.” diye itiraf edebiliyor şiirinde. Ağır basan sadece ulusal yanı değil, içinden taşan yalnızca vatan sevdası değil, bir kadına da sevdası var Nazım Hikmet’in. Bir mektuba, bir odaya, bir kâğıda, bir kaleme… Sözü geçmişken, onun kağıdı ve kaleminden çıkan bir başyapıttan bahsedecek olursak kimin aklına ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ gelmez ki? Sadece bir şiir kitabı değildir o, elbette şiir unsuru var içinde, hatta kafiye bile; ancak aynı derecede nesir ve tiyatro eseridir de içeriği. Öyle ki ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ Ankara Sanat Tiyatrosu’nda Rutkay Aziz’in uyarlaması ile sahneye de taşınmış ve bir tiyatro oyunu olarak sergilenmiştir. Şiir ve hatta düz yazıdan sonra, tiyatro metinlerinde de Nazım Hikmet ruhunu hissedebilmek mümkün olmuştur böylece.
‘Memleketim’ diyor Nazım Hikmet. Memleketine çok hasret kalmış çünkü zamanında.
“Memleketimi seviyorum.
  Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım.
  Hiçbir şey gideremez iç sıkıntımı
  Memleketimin şarkıları ve tütünü gibi”
Memleket sevdası ve hasretiyle yazdığı bu satırlar hak ettiğinin aksine onun üzerine memleket düşmanı damgasının yapışmasına sebebiyet vermişti. Ama bu akıl almazlığa da cevabı olmuş Nazım Hikmet’in. İsyan etmemiş, ‘ben vatan düşmanı değilim’ dememiş belki ama;
“Siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz
  Ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim” demiş.
“Vatan kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
  Ben vatan hainiyim” demiş. Ne de güzel demiş.
Nazım Hikmet’in vatan sevgisinin temelinde insan sevgisi yatmakta esasen. Hal böyle olunca ondaki bu sevda sadece milliyetçi bir sevda olarak kalmamış kalbinde ve satırlarında. Dar sınırlara hapsolmuş değil ufku, eli kolu dünyanın her yanına yetse keşke istiyor. “ En sevdiğim memleket yeryüzüdür, sıram geldiğinde yeryüzü ile örtün üzerimi” diyecek kadar da evrensel duygular taşıyor. Safi kendi vatanının meseleleri değil onun kalemini oynatan. ‘Kız Çocuğu’ diyor;
“Hiroşima’da öleli oluyor bir on yıl kadar,
 Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar”
Kendi vatanını, kendi insanını sevdiği gibi o kız çocuğunu da seviyor. Yazmayı seviyor, düşünmeyi seviyor, uzun yıllar hasret kalmak zorunda bırakılmış da olsa vatanını seviyor, dilini seviyor. “ Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum.” diyor. Türkçe onun dizelerinde, onun anlatımında bir başka tadda. Hem alabildiğine yalın ama aynı zamanda düşündüren, hem herkesin bildiği duygular ama onun kaleminden çıkınca bambaşka duygular hissettiren...
“ Ben bir insan,
  Ben Türk şairi, komünist Nazım Hikmet ben,
  Tepeden tırnağa iman,
  Tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret ben...”
En başından beri diyoruz ya; o bir ‘şair’. Belki de değil, belki de aslında o bir ‘şiir’; şairi memleketi olan...


ELİF BUYURGAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder