İnsanoğlu var olduğu günden bu yana
ikamet ediyor yeryüzünde ve idame ettirmeye çalışıyor hayatını bir şekilde.
Çoğunlukla öğretilenlerin dışına çıkmadan, sorgulamadan, kendine özgü bir bakış
açısı geliştiremeden belki de. Yalnızca verileni alarak, üzerine bir şey katmak
için hiçbir çaba sarf etmeyerek. Bu şekilde ‘insan’ olunur mu? Olunmamalı ama
olunur. Böyle bir insan ‘şair’ olur mu? Olmamalı ama belki bir raddeye kadar
kabul edilebilir. Peki böyle olan bir şair kimse ‘Nazım’ olabilir mi? Olamaz ve
olurunun da hiçbir yolu yok. Nazım; bir vezin, bir hikmetli şair, bir ‘Nazım
Hikmet’.
Nazım Hikmet, belki de ileride
kalem tutacağını bile bilmediği o ellerini ilk kez doğduğunda Selanik’te
annesinin yüzünde gezdiriyor. Büyüyüp kanı deli akmaya başladıkça hayatın ona
annesinin yüzüne hiç de benzemeyen diğer mücadele dolu yüzünü göstermeye
başlayacağını o zamanlar bilmiyor. Çocukluğundan başlayarak ona her verileni en
derin anlamıyla anlamak istiyor. 11 yaşındayken Balkan Savaşı yenilgisini
düşünüyor, çocuk kalbiyle düşmanın Çatalca’ya girişine isyan etmek istiyor
belki de. ‘Feryad-ı Vatan’ diyor o gün yazdığı o ilk şiirine. Ulusal
duygularının yoğunluğu ve vatan hassasiyeti o yaşından giriyor Nazım’ın
benliğine, bir daha çıkmamacasına. 14 yaşında bir şiir daha yazıyor; “Bir
inilti duydum serviliklerde, dedim burada da ağlayan var mı?” diye yansıyor
kağıdına dizeler. Sonrasında da ilk yayınlanan şiiri oluyor ‘Servilikler’.
Yirmili yaşlarıyla beraber Nazım’ın birçok şiiri ve düz yazıları yayınlanmaya
başlıyor artık dergilerde. Öyle içi boş yazılar, amaçsız dizeler olmuyor
hiçbiri. Her birinde insan var, insanlık var, sorgulama var, gerçekliğe ulaşma
var. Bir süre sonra yazdıkları yüzünden, çeşitli suçlamalarla yargılanmaları başlıyor
Nazım’ın. Vatanındaki yaşamının çoğunluğu cezaevlerinde geçiyor. Tüm bunlara
karşın şairlik şevkinde hiçbir gerilemeye sebep olmuyor bu mahpusluklar. Aksine
‘hapishanede yatacaklara öğütler’ veriyor;
“Yaşamakta ayak direyeceksin, belki bahtiyarlık değildir
artık
Boynunun borcudur
fakat düşmana inat bir gün fazla yaşamak”
diyor umudunu ve inadını hiç kaybetmeden. Çünkü onun için “
En güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız”. Bitmek bilmeyen umudu ve vatan
sevgisi onu Nazım yapıyor zaten. Onun özelliği bir şair olması değil, ‘Nazım’
olması. Yeninin peşinde, alışılmışın dışında koşması. Tüm bunları anlamak için
Yakup Kadri’nin Nazım Hikmet için söylediklerini okumak yeterli belki de; “
Nazım Hikmet ta Aşık Paşa’dan beri alıştığımız bütün vezin sistemlerini altüst
edecek ve Türk kamusunun hudutlarını yıkıp geçecek yeleleri dimdik olmuş
şahlanan bir beygir üstünde sıcak ve acayip naralar atarak koşuyor. O, yalnız
Türk şiirinde yeni bir çığır açmış bir edebiyat inkılapçısı değil, hiç görmeye
alışmadığımız bir şair tipidir.”
Dönemdaşı olan diğer pek çok şair
gibi hece ölçüsüyle başlıyor ilk şiirlerinde o da. Batum’dayken Mayakovski ile
yolu kesişiyor. Onun şiirlerini gördüğünde dil olarak pek bir şey anlamamasına
rağmen biçimde bir sıradışılık olduğunu fark ediyor. Böylece serbest nazımı
keşfediyor Nazım Hikmet ve Türk Edebiyatında serbest nazımın ilk uygulayıcısı
oluyor. Karışık anlatmıyor hiçbir şeyi. Şiirlerinden hep hayattan çıkma ögeler
görürsünüz, karmaşık anlatımlarda boğulmazsınız. Cemal Süreya’nın deyişiyle; “
Düşünceler bereketli bir ırmak gibi çoğala çoğala büyür Nazım Hikmet’in
şiirlerinde.” Ne yazıyorsa onu yaşamış bir şair o, ve ne yaşamışsa da onu
yazmış. Şiirlerinin sağlamasını hayatıyla yapmış bir şair diyebiliriz ona.
Şiirlerinde anlattıklarını, geçmiş, bugün ve gelecek unsurları ile doğal
akışında veren bir gerçekliğe ulaşmak istemiştir her zaman. Gerçeklik önemli
onun için; insanlığın gerçeği, vatanının gerçeği, hayatın gerçeği. Süslü bir
anlatım ya da eserlerinde belli bir kesime hitap değildi Nazım Hikmet’in
gerçeği. “ Şaştım, korktum, sevdim ve bütün bunları yazmak gereğini sezdim.”
diyordu Nazım. Hissettiklerine kayıtsız kalmayıp, yaşananların üzerini örtme
yoluna gitmeyip aksine her farkındalığının altını deşerek yüzeye çıkarıyor o
yazdıklarında. İlk sevdiği kadına, gözleri siyah o kadına, şöyle sesleniyor
dizelerinde;
“ Bir dakika
göğsünün üzerinde olsa yerim
Ömrümü bir yudumda
ellerinden içerim.”
“Sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım.” diye itiraf
edebiliyor şiirinde. Ağır basan sadece ulusal yanı değil, içinden taşan
yalnızca vatan sevdası değil, bir kadına da sevdası var Nazım Hikmet’in. Bir
mektuba, bir odaya, bir kâğıda, bir kaleme… Sözü geçmişken, onun kağıdı ve
kaleminden çıkan bir başyapıttan bahsedecek olursak kimin aklına ‘Memleketimden
İnsan Manzaraları’ gelmez ki? Sadece bir şiir kitabı değildir o, elbette şiir
unsuru var içinde, hatta kafiye bile; ancak aynı derecede nesir ve tiyatro
eseridir de içeriği. Öyle ki ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ Ankara Sanat
Tiyatrosu’nda Rutkay Aziz’in uyarlaması ile sahneye de taşınmış ve bir tiyatro
oyunu olarak sergilenmiştir. Şiir ve hatta düz yazıdan sonra, tiyatro
metinlerinde de Nazım Hikmet ruhunu hissedebilmek mümkün olmuştur böylece.
‘Memleketim’ diyor Nazım Hikmet. Memleketine çok hasret
kalmış çünkü zamanında.
“Memleketimi seviyorum.
Çınarlarında kolan
vurdum, hapishanelerinde yattım.
Hiçbir şey
gideremez iç sıkıntımı
Memleketimin
şarkıları ve tütünü gibi”
Memleket sevdası ve hasretiyle yazdığı bu satırlar hak
ettiğinin aksine onun üzerine memleket düşmanı damgasının yapışmasına sebebiyet
vermişti. Ama bu akıl almazlığa da cevabı olmuş Nazım Hikmet’in. İsyan etmemiş,
‘ben vatan düşmanı değilim’ dememiş belki ama;
“Siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz
Ben yurt hainiyim,
ben vatan hainiyim” demiş.
“Vatan kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
Ben vatan hainiyim”
demiş. Ne de güzel demiş.
Nazım Hikmet’in vatan sevgisinin
temelinde insan sevgisi yatmakta esasen. Hal böyle olunca ondaki bu sevda
sadece milliyetçi bir sevda olarak kalmamış kalbinde ve satırlarında. Dar
sınırlara hapsolmuş değil ufku, eli kolu dünyanın her yanına yetse keşke
istiyor. “ En sevdiğim memleket yeryüzüdür, sıram geldiğinde yeryüzü ile örtün
üzerimi” diyecek kadar da evrensel duygular taşıyor. Safi kendi vatanının
meseleleri değil onun kalemini oynatan. ‘Kız Çocuğu’ diyor;
“Hiroşima’da öleli oluyor bir on yıl kadar,
Yedi yaşında bir
kızım, büyümez ölü çocuklar”
Kendi vatanını, kendi insanını sevdiği gibi o kız çocuğunu
da seviyor. Yazmayı seviyor, düşünmeyi seviyor, uzun yıllar hasret kalmak
zorunda bırakılmış da olsa vatanını seviyor, dilini seviyor. “ Bir köylü
toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de
Türk dilini öyle seviyorum.” diyor. Türkçe onun dizelerinde, onun anlatımında
bir başka tadda. Hem alabildiğine yalın ama aynı zamanda düşündüren, hem
herkesin bildiği duygular ama onun kaleminden çıkınca bambaşka duygular
hissettiren...
“ Ben bir insan,
Ben Türk şairi,
komünist Nazım Hikmet ben,
Tepeden tırnağa
iman,
Tepeden tırnağa
kavga, hasret ve ümitten ibaret ben...”
En başından beri diyoruz ya; o bir ‘şair’. Belki de değil,
belki de aslında o bir ‘şiir’; şairi memleketi olan...
ELİF BUYURGAN